Dr. Ahmet Gelişgen hocanın Muharrem ayı konulu makalesi..
Dini inanç ve kültür, milletlerin hayatında önemli bir yer tutar. Dini kültürümüzde bu öneme sahip, kutsal bilinen günlerden biri de Aşûra günüdür. Aşûra günü, kameri aylardan Muharrem ayının 10. günüdür. Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl, Hicretten 16 yıl sonra Hz. Ömer devrinde takvim başlangıcı olarak; “Muharrem” de bu yılın ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan Muharremin birinci günü, İslam kültüründe Hicri yılbaşı olarak bilinir.
Muharrem ayı, Receb, Zilkade ve Zilhicce aylarıyla birlikte “haram aylar” denilen ve dinimizde savaşın haram kılındığı aylardır. Bu bağlamda Suriye ve İsrail Devletlerinin ve ülkemizde terör örgütünün masum insanlara yönelik sürdürdükleri saldırı ve katliamların vahametini hatırlamamak mümkün değildir. Zira Cahiliye devri bedevileri bile bu aylarda savaş ve anarşik eylemlerden uzak dururlardı.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), "Ramazan orucundan sonra, tutulan oruçların en faziletlisi Muharrem ayında tutulan oruçtur" buyurarak, Muharrem ayının kutsiyetine işaret etmiş; “Aşûra günü'nde tutulan orucun, bir yıl önce işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile olacağı” müjdesini vermiştir. Kaynaklarımıza göre tarihte, Aşûra gönlerine rastlayan pek çok önemli olay cereyan etmiştir. Hz. Nuh'un gemisinin tufandan kurtulup Cûdî Dağı’na oturması, Hz. Âdem'in tövbesinin kabulü, Hz. İbrahim'in ateşten kurtulması, Hz. Yusuf'un kardeşlerine kavuşması, Hz. Yunus’un balığın karnından çıkarılması, İsrailoğulları'nın Firavun'un zulmünden kurtulması gibi hadiseler bunlardandır.
Muharrem ayı Osmanlı Devleti’nde de önemli bir yere sahipti. Bu ay dolayısıyla şairler tarafından "Muharremiye" adı verilen şiirler kaleme alınır, bu ayda devlet erkanı padişahın huzuruna çıkarak yeni yılını tebrik eder ve padişahın "Muharremiye" denilen hediyelerini alırlardı.
Maalesef İslam tarihinde, Aşûra gününde meydan gelen en dehşet verici ve üzücü hadiselerden birisi Kerbelâ faciasıdır. Kerbelâ faciası, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Allahım! Ben bu ikisini seviyorum. Sen de bunları sev!” buyurduğu iki torunundan biri olan Hüseyin’in, yanındakilerle birlikte şehit edildiği elim hadisedir. Bu olaydan sonraki tarihte Muharrem’in onuncu günü, İslam toplumunun bazı kesimlerinde mâtem günü sayılmış, bu matem daha sonraları geniş çapta resmi bir hüviyete bürünmüştür.
Hz. Peygamber(s.a.s.)’in Ehl-i Beyti’ne saygı duymak, onlara karşı muhabbet beslemek bütün Müslümanlar için kutsal bir görevdir. Bu vazifeye işaret eden pek çok ayet-i kelime ve hadis-i şerif mevcuttur. Bu bakımdan Hz. Hüseyin Efendimiz’in şehadeti, her Müslümanın mutlaka ıstırap duyduğu hadiselerdendir.
Ne var ki İslam tarihinde meydana gelen ve İslam toplumunda derin yaralar açan üzücü hadiseler sadece Kerbelâ faciasından ibaret değildir. Küfür ve nifak ehli, İslam’a ve müslümanlara zarar verecek hadiseleri tarih boyunca sürdüre gelmişlerdir. Daha Peygamber Efendimiz’in risalet günlerinde, bizzat Kendisi bir Yahudi kadının hazırladığı koyun etiyle zehirlenmek istenmiştir. Hz. Ömer (r.a.), Sabah namazı kıldırırken Ebû Lü’lüe adındaki Hristiyan bir köle tarafından hançerlenerek şehit edilmiştir. Hz. Osman (r.a.), munafıkların tutuşturdukları bir fitnenin sonucunda hilafet görevi devam ederken evi muhasara edilerek, eşi Naile’nin huzurunda Kur’an okurken oruçlu olarak şehit edilmiştir. Hz. Ali (k.v.) de sabah namazına giderken “Hârici” bir köle olan İbn Mülcem tarafından başına vurularak ağır yaralanmış ve arkasından şehit olmuştur. İslam tarihinde “Cemel Vakası” ve “Sıffin Savaşı” diye anılan üzücü hadiseler de maalesef iki Müslüman taife arasında, hem de aralarında Sahabenin de bulunduğu guruplar arasında cereyan etmiştir.
Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir (r.a.)’den sonra gelen üç büyük halifenin, kendi hayatları pahasına müsaade etmedikleri “fitne”, İslam toplumunun kendi içerisindeki münafıklarca zaman zaman alevlendirilen kargaşa olarak süre gelmiştir. Peygamber Efendimiz’in endişe ile daima uyardığı en büyük fitne, Müslümanların birbirine düşmesiydi. Çünkü böyle bir fitne seli, her şeyden kötü olur, önü bir kere açıldı mı öylece devam eder, önüne geleni de götürür ve o toplumla birlikte fitneye yol verenleri de batırırdı. Bu bakımdan fitne, uyumuş bir yılandı, uyandırmaya gelmezdi. Uyanırsa ne karşı duranlar kurtulur ne de uyandıranlar selamet bulurdu. Peygamberimiz (s.a.v.)’in, “Fitne uykudadır, onu uyandıranlara Allah lanet etsin” buyurması da bu yüzdendi.
Buna göre, İslam tarihindeki bu tür hadiselerden ibret alınıp, toplumumuzda birlik ve beraberlik, muhafaza edilip pekiştirilmelidir. Aksi halde, geçmişteki bazı olaylardan hareketle, Müslümanların kendi aralarında sürekli suçlu arayarak bir grubu hedef tahtasına oturtmaları, bizim dışımızdakilerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz. Dün ve bugün, İslam tarihinde kabuk bağlayan bazı yaraları kaşıyarak Müslümanlar arasına fitne sokmak ve bizi böylece etnik parçalara ayırarak yok etmek isteyen bir dizi aleyhtarımızın bulunduğunu göz ardı edemeyiz. Bu tehlike karşısında Müslümanlar arasında birlik-beraberliğin koruması ve İslam kardeşliğinin tesis edilmesi kaçınılmazdır. Cenâb-ı Hakk’ın ahirette hükmedeceği ihtilaflı meselelerin, bu dünyada hükmedeni olmaya yeltenmek, bize kargaşadan başka bir şey kazandırmaz. Bu konuda Kuran-ı Kerim’in şu buyruğuyla sözü bitirelim:
“Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.”
25.11.2011.
Dr. Ahmet GELİŞGEN
Bu haber 4917 defa okunmuştur.