Son zamanlarda Müslümanların doğru bildikleri dini bilgi ve uygulamalar aleyhine zihin bulandırma faaliyetlerinin alabildiğine hız kazandığını ve bu konudaki sakat düşüncelerin sürekli olarak sosyal medyaya servis edildiğini esefle müşahede ediyoruz. Birilerinin, dinimizin içini boşaltarak toplumu değerlerinden uzaklaştırma yolunda son derece planlı ve programlı çalıştıkları rahatlıkla söylenebilir. Gün geçmesin ki Müslümanların dini inanış ve yaşantısına zarar verecek bir fitne ortaya atılmasın. İşte onlardan birisi de “şahitsiz talakın geçersiz olduğu” iddiasıdır. “Şahitsiz talak geçersizdir” denildiğinde, “şahit tutmadığınız takdirde eşlerinizi ne kadar çok sayıda boşarsanız boşayın, hiçbir şey olmaz, evliliğinize devam edebilirsiniz” anlamı ortaya çıktığına göre, bunun sonucundaki vebal ve tehlikeyi varın siz düşünün!..
Şia kaynaklı bu yanlış hükmü ortaya atanların hareket noktaları hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim’deki bir ayet-i kerimedir. Şia, mut’a nikahı yoluyla meşru nikah akdi adı altında zina etmenin dayanağını da maalesef Kur’an-ı Kerim ayetlerinden çıkarır. “Mealci” yöntemle Kur’an okunduğunda ve Kur’an’ı anlamada hiçbir usul ve esas tanınmadığında, daha doğrusu kişisel heva ve arzular usul edinildiğinde, varılan menzilde bu ve benzeri sakat anlayışlar elbette kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de Talak Suresi’nin ikinci ayet-i kerimesinde şöyle buyurulur:
“Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları güzelce tutun, yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar.”
Ayet-i kerimenin zahirine bakıldığında, talakta iki adil şahidin bulunması gerektiği gibi bir anlam çıkmaktadır. Ancak, selefi salihînin Kur’an ve sünnetten elde ettiği usul kaidelerine bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı görülür. İnsanlığa rehber olarak indirilen Yüce Kitabımız Kurân-ı Kerim, elbette gelişi güzel okunamaz ve ondan rasgele hüküm çıkartılamaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk, “Gerçekten biz sana Kur’an’ı hak olarak indirdik ki, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanların arasında hükmedesin diye. Hainlerden taraf olma ve Allah’tan bağışlanmanı dile! … ” buyurarak, Rasülü’nün bile belli bir metod dahilinde Kur’an’dan hüküm elde etmesini emretmiştir. Kurtubî, ayette geçen “Allah’ın gösterdiği” ibaresinden maksadın, vahiy ve nass olarak gelen şer’î kanunlar ve vahiy metoduna uygun görüşler olduğunu belirtmektedir. Elmalı’lı ise aynı ibareyi özetle, “vahiy ve vahiy mahsulü ilim” olarak tefsir etmiştir. Ulema, usül ilimlerini kafasından değil, “vahyi metlüv” denilen Kur’an’dan ve “vahyi gayri metlüv” denilen hadis-i şeriflerden çıkarmıştır. Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ, haccın bir kısım yapılış şeklini anlattığı ayetlerden sonra, “O’nu (Allah’ı) size hidayet ettiği gibi (gösterdiği gibi) zikredin” buyurarak, hac ibadetinin ve Allah’ı zikrin de gelişigüzel yapılamayacağına, Allah’ın gösterdiği dini prensipler doğrultusunda yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Bir anlamda burada söz konusu edilen de yine, ibadetlerdeki prensipler ve Kur’an’ı anlamadaki usuldür.
Bu anlamlardaki ayetlerin meallerini okurken “mealcilik” yapan zavallıların gözlerine boz mu iniyor acaba demekten, insan kendini alamıyor. Sahabe, tâbiûn ve bunlardan sonraki ulema, ana kaynaklara bakarak “usül ilimleri”ni ortaya koymuşlar ve bugüne kadar müctehitlerimiz, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden bu minvalde hüküm çıkarmışlardır. Fıkıh usulü, tefsir usulü ve hadis usulü ilimlerinde bu kurallar günümüze kadar gelmişken, son yüzyılda, oryantalistlerin yaptığı gibi bizden birileri de usül ilimleri başta olmak üzere İslami ilim dallarını al aşağı etme gayretlerine girişmiş görünmektedirler. (Örnek olarak bkz. http://www.ahmetgelisgen.com/Makale-Detay.aspx?ID=89 ). Bunun neticesinde, hayatında belki bir roman bile okumayan sıradan vatandaşların, rastgele bir meali ellerine alarak ahkam kestiklerini esefle müşahede etmekteyiz. Bu talihsiz insanlar, mealde veya Kur’an’da bulamadıkları dini bir hükümle karşılaştıklarında, “Kur’an’da var mı bu” diyerek, “müctehid-i mutlak” havasına girmekteler ve bazı dini hükümleri reddetmektedirler. İslam ümmetini Kur’an’la sapıttırmak ve içerden avlamak, tuzakların en kötüsü ve amansızı olmalı değil midir?
Halbuki ayet-i kerimelerin bir de Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından uygulanışı vardır. Sahabe o uygulamaya tanık olmuş, o uygulamayı Rasulüllah (s.av.)’den alarak devam ettirmiş ve bunu sonraki nesle de aktarmıştır. Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz’in ahirete irtihalinden sonra bazen de sahabe, probleme göre kendi aralarında icmâ etmiş, hatta müçtehit sahabiler tarafından ihtiyaç olan yerlerde ferdi içtihatlar da yapılmıştır.
“Müdayene” ayeti dediğimiz borçlanma ayetinde de açıkça görüldüğü gibi, Kuran’da her emir vucub (gereklilik) ifade etmez, bazen emir kipi, nedb (mendupluk) veya ibaha (mubahlık) da bildirir. Emrin vucub ifade etmesi için bazı şartlar vardır. Bunlar fıkıh usulü kaynaklarımızda örnekleriyle açıklanmıştır. Mezhep imamlarımızdan Ebu Hanife, İmam Şafii, İmam Malik ve râcih görüşüne göre Ahmet b. Hanbel, bu ayette geçen “İçinizden iki adil kimseyi şahit tutun” ifadesinden vucub/gereklilik anlamı değil, nedb/mendupluk anlamı çıkarmışlardır.
Hanefi fakihlerden Cessas, şahit tutmadan ayrılığın (talakın) geçerli olduğunu, imsak (evliliğe devam etme) veya ayrılık için şahit tutmanın, eşleri töhmetten uzaklaştırmaya yönelik bir ihtiyat olduğunu belirtmiştir. Süfyân, İbn Cüreyc ve Atâ tarikiyle gelen rivayette, inkâr edilmesi durumunda verilen talakı ispat amaçlı bir tedbir olması açısından ayette şahitliğin emredildiği, ancak talakın geçerliliği için (şahitlik gibi) bir delilin şart olmadığı belirtilmiştir.
Konu ile ilgili olarak Şevkani, talakın geçerli olması için şahit bulundurmanın gerekli olmadığı konusunda icmâ olduğunu ve ulemanın, söz konusu ayet-i kerimeden müstehaplık anladığını bildirmiştir. Zuhayli de cumhuru ulemanın söz konusu ayette konu edilen şahitliği, nedb (mendupluk) ve istihbab (müstehaplık) olarak anladıklarını ve talakta şahid bulundurmanın vacip olmadığı konusunda ulemanın ittifak ettiğini belirtmiştir.
O halde, İslam hukukuna göre şahit gösterilmese de verilen talak geçerli olmaktadır. Talaka şahit göstermek ise menduptur. Bilindiği gibi, mendubun terk edilmesi, fiilin geçerliliğine mâni değildir. Ayet-i kerime, ileride vukuu muhtemel bazı hukuki ihtilaflar veya herhangi bir töhmeti önleme amacıyla kocaya şahit tutmayı tavsiye etmiştir. Dolayısıyla, ayetteki ifade hukuki bir gereklilik bildirmemektedir. O halde, İslam hukukuna göre, boşama ehliyetini haiz bir kocanın, şahitsiz olarak karısını boşaması dinen caizdir ve geçerlidir.
Çoğu konuda olduğu gibi İmamiyye/Caferiyye/Şia/Rafiziye, “talakta şahit bulundurma” konusunda da cumhuru ulemanın görüşünün aksini söyleyerek, talakta iki adil Müslüman şahit olmadan verilen talakın geçerli olmadığını kabul etmiştir. Nassların sadece zahirini nazarı dikkate alarak hüküm çıkaran Zahiriye Mezhebi kaynaklarında da talakla şahitliğin birbirinden ayrılamayacağı, dolayısıyla iki adil şahit olmadan talak veren kimsenin, Allah’ın hududunu aşmış olacağı ifade edilmektedir. Zahiriye mezhebi fıkhında pek çok isabetli görüş olsa da, Zahirî fakihlerin, “kıyas”ı kesinlikle kabul etmemeleri ve nassların sadece zahirini nazarı itibara almaları sebebiyle, bazı hususlarda da isabetli hüküm vermekten uzak kalmışlardır. Örneğin, süt emen hangi yaşta olursa olsun bu emmeden dolayı evlilik yasağının terettüp edeceğini savunmaktadırlar. Halbuki cumhuru ulemaya göre, süt emme yaşı iki yaşla sınırlıdır. Bu yaştan sonra emen bir kimse hakkında süt haramlığı doğmaz. Aynı şekilde Dâvud ez-Zahirî, sahabeden sonrakilerin icmâ’ını da kabul etmemektedir. Halbuki herhangi bir devirde vaki olan icmâ, bağlayıcı ve kesin delildir. Hanefiler, icmâ’yı inkâr edenin kafir olacağını kabul etmişlerdir.
SONUÇ
İslam Hukukunda kocaya talak/boşama yetkisi bir hak olarak verilmiştir. Şaz görüşler bir kenara bırakılırsa, kocanın bu hakkını şahit tutmadan kullanması caizdir. Netice itibariyle şahit tutmadan verilen talak da geçerlidir. İstediği takdirde karı da İslam Hukukuna göre, tefviz yoluyla kocasını boşama hakkına sahip olabileceği gibi, herhangi bir haksızlık durumunda kendisinin, tefrik için hâkime müracaat hakkı da vardır. Özellikle günümüzün birbirinden kopuk toplumunda, ailede ârizî ve zorunlu bir tedbir diyebileceğimiz talak hakkının kullanımı için, bürokratik zorluklar getirildiğinde, bu yetkinin kullanımı oldukça zor olacak ve belki de çoğu durumda mümkün olmayacaktır.
Şunu da belirtmek lazımdır ki, İslam hukukuna göre talakın geçerli olması için şahit bulundurmanın gerekli olmaması, “nikahın ve talakın tescili” meselesinden farklı bir husustur. Toplumda evliliğin hukuki sonuçlarının tespiti ve nesebin tayini için, nikah ve evlilikteki kesin ayrılıkların kayıt altına alınması kaçınılmaz bir olgudur. Nitekim Osmanlı Devleti’nde 1917’de çıkartılan Aile Hukuku Kararnamesinde ve medeni hukukta bu zorunluluğun getirildiğini görmekteyiz.
Talakta şahitlik konusunda yukarıda temas ettiğimiz hususu, önemine binaen burada bir kez daha tekrar edelim ki; “Şahitsiz talak geçersizdir” denildiğinde, “şahit tutmaksızın eşlerinizi ne kadar çok sayıda boşarsanız boşayın, hiçbir şey olmaz, evliliğinize devam edebilirsiniz” anlamı ortaya çıkar. Bunun sonucunda ise Müslüman, eşi zannettiği ama gerçekte dinen boşamış olduğu eski karısıyla nikah bağının devam ettiğini zanneder ve -sözde- evlilik hayatına devam eder. Birileri millete bu şenaatleri işleterek Müslüman milletin nesebini mi bozmak ister acaba, diye şüphelenmeden edemiyoruz, doğrusu.
Allah, dinimize, devletimize ve manevi değerlerimize kastetmek isteyen kötü niyetlilere fırsat vermesin, ümmet-i Muhammed’e basiret ihsan etsin ve her türlü tuzak ve tehlikelerinden muhafaza eylesin!
14.01.2018
Dr. Ahmet GELİŞGEN
Orjinal hali: http://www.ahmetgelisgen.com/Makale-Detay.aspx?ID=276#20180119150040
Bu haber 2846 defa okunmuştur.