"Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harâb; Eyler anı müdâhane-i âlimân harab"
Alimle, siyasetçilerin muhtelif konulardaki sorumluluklarının farklı olduğu muhakkaktır.
Genelde siyasetçinin işi, tuttuğu yolun haklılığını kamuoyunda savunmaktır. Bu tutum siyasetin doğası gereği bazen, ideal ölçülerle veya dini değer yargılarla bağdaşmayabilir. Alimin işi ise, ideal ve ilahi ölçülerden şaşmamak ve daima yanlışlara karşı uyarıcı olmaktır. Esasen toplumun yararı da bundadır. Bu bakımdan alim, hadise ve olaylar karşısında siyasetçi gibi davranamaz. Müslüman siyasetçi de alimin bu tutum ve uyarılarına saygı duymak ve mümkün mertebe hakka uymak zorundadır. Aksi halde değer yargı ölçüleri bozulmuş veya kaynağı değişmiş demektir.
Asıl itibariyle alim, toplumun da Müslüman siyasetçinin tuzu mesabesindedir. Siyasetçinin meşru ve gayri meşru yaptığı her faaliyeti onaylayan alim, "müdahane-i âlimân/yağcı alimler" sınıfına düşer. Cihanın harabiyeti de onların müdahanesinden olur.
Bu konuda İzzet Molla'ya nispet edilen; "Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harab; Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb" sözü, oldukça anlamlıdır.
İslam itikat ve ahkamına aykırılıkların ortaya çıktığı yerlerde alim, sıradan siyasetçiler gibi davranırsa, ilahi sorumluluğunu yapmamış, emri bil maruf ve nehyi anil münkeri göz ardı etmiş olur. Emri bil maruf ve nehyi anil münker, sıradan Müslümana farz-ı kifaye ise, alime farzı ayn'dır. Alimin ölçüsü ve davranışlarının temeli, çevresi rahatsız olsa bile Allah'ın hükümlerinden gayrisi olamaz. Alim bu tavırdan şaşmazsa, toplum da “15 Temmuz”ları yaşamaz…
O yüzden biz, alim olamasak da gerektiğinde iyi niyetle ve usulü dairesinde bazı yapıcı eleştirel yaklaşımlarda bulunmak durumundayız. Bu bize hem hak hem de mühim bir görevdir. Bu görevi ifa ederken bizi yanlış anlayanlar da olabilir. Bu durumda onlara, işin iç yüzünü anlatırız. Anlamazlarsa da Allah'a havale ederiz.
Günümüzde/ahir zamanda ne yazık ki alimin kendi kabını dolduramaması ve dünyaya meyletmesi neticesinde, toplumda alimin de zalimin de yeri belirsiz hale gelmiştir.
Bilindiği üzere kayıtsız şartsız itaat denilen “mutlak itaat”, sadece Allah ve Rasulünedir. Allah ve Rasulü’nün dışındaki makam ve şahsiyetlere itaat ise “mukayyet”, yani kayda/şarta bağlıdır. O kayıt ve şart, fiilin günah olmaması, yani Allah’a karşı bir isyan olmamasıdır.
Bu yüzden alim, mevki ve rütbesi ne olursa olsun bir şahsın, şer-i şerife uymayan söz veya fiilini peşinen tasdike yeltenemez. Bu durumda karşısında alim, öncelikle gayri meşru görünen söz veya davranışın künhünü öğrenmeye çalışır. Bunun akabinde alim, şer-i şerife ve
marufa tezat olduğu ortaya çıkan durumu, aklı başında ve iyi niyetli çevrelere usulünce bildirmekten kaçınırsa, hangi sâikle olursa olsun görevini suistimal etmiş olur.
Şer-i şerife aykırı olarak yapılan işlerde gizli bir hikmet aramak ve bu aykırılık karşısında susmak, hadis-i şerifte belirtildiği gibi dilsiz şeytan olmaktır. Müslüman siyasetçi de Allah’a teslim olmuş bir şahisiyet olarak haklı uyarı ve irşad karşısında hakkı teslim ederek yanlışından döner ve doğruya yönelir. Müslüman siyasetçinin ötekilerden farkı da burada ortaya çıkar. Yapılan işlerde, ilahi ölçüye ve marufa uygunluk aranmayacaksa, o zaman Müslüman siyasetçiyi tercih etmenin ne anlamı kalır ki?
İyi niyetli siyasetçilerimiz, bunları ya bilmek ya da anlatılan “hakk”a kulak vermek durumundadırlar. Yoksa, Allah korusun, büyük hataların sebebiyet vereceği onulmaz yaraların ıstırabını hep birlikte çekeriz. Aynen hadis-i şerifte buyurulduğu gibi:
“İdarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz cömertleriniz ve işleriniz aranızda şura ile halledildiğinde, yerin üstü size yerin altından hayırlıdır. Aksine, idarecileriniz şerlileriniz, zenginleriniz cimrileriniz ve işleriniz kadınlarınıza kaldığı zaman, yerin altı size yerin altından daha iyidir.” {Tirmizi, Fiten, 78; IV/529. Tirmizi, hadisin, tek tarikten rivayet edildiğini (garip hadis olduğunu) bildirmiştir.}
Selam ve dua ile Allah'a emanet olunuz.
21.07.2017
Dr. Ahmet Gelişgen
Bu haber 2126 defa okunmuştur.