SUYA SABUNA DOKUNMAYIN!
DOST KAYBEDERSİNİZ, NÜFUZUNUZDAN OLURSUNUZ!
(Watsap grubunda, “Diyanet ve Görmez’le ilgili değil, yolunu kaybeden gençlikle ilgili çareler konuşalım” diyen bir “hoca” kardeşime!)
Sevgili Kardeşim, savrulan toplumu, kaybolan gençliği laik esasa dayalı eğitim veren karma liseler mi düzeltecek? Bir zamanlar bu liselerde Ramazan ayında elinde sigarayla “din dersi”ne giren Türkçe ve Beden Eğitimi öğretmenleri mi düzeltecek? Günümüzde dahi Ankara’nın en başarılı okulunda, dışarıda olduğu gibi derse de başı açık giren ve öğrenci kendisine sorduğunda, “başörtüsü tercihe bağlıdır” diye cevap veren “bayan din dersi öğretmeni” mi düzeltecek? Onlar şekil 1'de görüldüğü üzere en iyi (!) şekilde düzlüyorlar zaten gençliği! İşbu durumda, gençlikle birlikte bütün millete yol gösterme sorumluluğunun en büyük payı Diyanet'in değil mi? Laik düzen bile, “halkı din konusunda aydınlatma” vazifesi yüklemiş Diyanet'e!
“Kaybolan gençlik”ten söz ediyorsunuz. Özellikle son 15 yılda gençliği ve toplumu neden kaybettik? Gezi olaylarında elimizle yetiştirdiğimiz gençliğe kendimizi neden taşlattık?! Oryantalist din üretme çabasında olan Diyanet, neden halkı ve gençliği irşat etmekle uğraşmadı da “Türkçe Olimpiyat” fetvalarıyla uğraştı? Asli vazifesini bir kenara atarak neden sürekli olarak bir schow’dan öteki schow’a koştu? Ardı arkası kesilmeyen kutlu doğumlar, paneller, sempozyumlar, üç dinin temsilcisi tarafından kurulan “dinler bahçeleri” ve ardı arkası kesilmeyen içi boş oturumlar... TV’sinden radyosuna, her türlü dergisinden kitabına ve broşürüne kadar her çeşit medya vasıtası elinde bulunmasına rağmen, Diyanet neden irşat faaliyeti yapılmadı? Sayıları 120 bine varan din görevlisiyle, 6 haneli bir köye varana kadar her birimin başında, maaşlı ve en azından lise tahsilli bir temsilcisi de var. 15 yıldır Hükümetin bahşetmediği maddi ve hukuki imkân da kalmadı.
İrşat, Diyanet İşleri Başkanı’nın, bir sezon camide sabah namazında sayılı vatandaşla buluşmasından mı ibaretti? Bir kandil gecesinde Başkan’ın, camiye taşıma getirilen çocukların arasında poz vermesinden mi ibaretti?
İrşat, kameralar eşliğinde Başkan’nın kabir ziyaretini ifşa etmesinden mi ibaretti, erkeklerin Cuma namazıyla dahi ilgilenmeden “Haydi Kadınlar Camiye” kampanyası düzenlemekten mi ibaretti?
Devletin halkı din konusunda aydınlatma gideri maksadıyla ayırdığı bütçeyle, termal kaplıcalarda yeni ve çağdaş din üretimi için toplantılar yapmak mı irşattı? Yoksa, yurdun her bir köşesinde, elimizdeki sarsılmaz ve kıyamete kadar geçerli dinle halka ve gençliğe hakkı öğretmek mi irşattı?
Diyanet’i konuşmamakla bunları görmezden mi geleceğiz?
Sabık Başkan Görmez’in, dün görevinden ayrılmasıyla 15 yılda yerleştirdiği icraatının da bittiğini mi sanıyorsunuz? Aksine aynen devam ediyor. Bu etki, en iyi yönetimlerin elinde dahi 30 yıl devam edebilecektir.
Bu olumsuz tesirle, Diyanet’in elinde bulunan vakıf, dernek, cami, Kur’an Kursu ve Eğitim Merkezi gibi vasıtaların yanı sıra, imam, müftü, vaiz gibi kadrolardan oluşan eğitim
ordusu, göz göre göre heba edilirken, siz kaybolan gençliği, küçük çaplı medreselerde, 30-40, ya da 50-60 (velev ki 1000 olsun) gençle mi kurtaracaksınız? Keşke tüm gençlik o imkânı yakalasa!
Dolayısıyla Görmez gitti her şey bitti yok! Belki asıl mesele yeni başlamıştır. O yüzden topu taca atamayız! Yorgan gitti kavga bitti diyemeyiz!
Güya iyi maksatlarla oluşturulan “ulema” patentli watsap gruplarında, ne yazık ki, “zülf-i yâre dokunup çevre ve dost kaybetmeme sâiki”, hâkim illet olarak karşımıza çıkmaktadır. Temeli menfaate dayanan bu “sâik”in adı, günümüzde “konjonktür” veya “ince siyaset” olmuş. Ümmetin hayır ve şerrini konuşmaktan korkup bu vazifeden içtinap eden bir topluluk, hangi hayrı işleyebilecek, hangi birliği kurabilecektir? Kurduğunu varsaydığımız birlik, ne işe yarayacaktır?
Herkesi idare edeyim de ortalık güllük gülistan olsun diyen şahsın da birliğin de yapacağı bir hayrın olabileceğini düşünemiyoruz. Olsa olsa bu kişi ve oluşturulan gruplar kendi gönlünü şen ederler, türbinlerini oynarlar. Herkese mavi boncuk dağıtan anlayışla şer engellenemez, kötülerin yolu kesilemez. Bu konuda, “kıyamet günü hiçbir gölgenin olmadığı günde Allah'ın gölgesi altında gölgelenecek 7 sınıfın” içerisinde;
"Allah için birbirini sevip bir araya gelen ve gerektiğinde Allah için birbirinden ayrılan iki adam" ilkesine yer verilmesi boşuna değildir. Bu mükafata kavuşmak da kolay değildir.
Aynı şekilde Tirmizi'nin Fiten bahsinde “hasen” rivayetle gelen ve kızıl afetlere, yere batırılmaya veya siretin bozulmasına sebep olan 15 kötü fiilin arasında zikredilen, "kavmin en rezilinin başa geçirilmesi" ve "bir kimseye şerrinden korkulduğu için saygı duyulması" maddeleri de hatırdan çıkarılmaması gereken esaslardan olmalıdır.
Dün güçlü zamanındayken Fetö'ye karşı da aynı tavırlar gösterildiğinden dolayı Fetö palazlanabilmiştir. Düşene vurmak kolay olduğundan, dün alkışlayanlar dahi bugün Fetö’ye rahatça vurabiliyor. Bunun, marifet ve kahramanlık olmadığı açık. Nitekim 15 Temmuz zaferinden sonra, sırtında “HERO” tişörtüyle mahkemeye gelen darbeci sanık askerler dışında “Fetöcü” kimse de kalmadı (!) zaten.
Öyleyse, kötü icraat ve fikirlerine ses çıkarılmayan kimselerin, yarının “Fetö”sü olabileceğini göz ardı etmek, ciddi bir basiretsizlik olur. Asıl marifet, kötü bir hareketin yıkılmasının ardından değil, zuhur eder etmez kötülükle mücadeleye azmetmektir.
“Âlim”, hadis rivayet eden sahabeyi yalancılıkla itham eden bir şahsiyeti tezkiye edemez. Kendisine “hoca” veya “alim” denen bir şahıs, hangi saikla olursa olsun, “sahih de olsa, toplumun kabul etmediği ve toplumda uygulanamayan hadislerin bir değeri olmadığını” haykıran bir anlayışa destek veremez. Her şey ortaya dökülmesine rağmen, böylesi fasid bir anlayışa veya bunları savunan zihniyetin sahibine hala destek verme sevdasındaysa, bu cinsten oluşan sözde alimlerle hangi birliği kurabilirsiniz ki?
O halde, bırakın gerçek hayatı, küçücük watsap gruplarında bile, kimin adına ve kaç kişinin hatırına gerçekleri paylaşma yasağı getirme cüretini gösteriyorsunuz?
Bunun haklı bir gerekçesi varsa, birisi çıksın, Görmez hakkında iddia edilenleri tek tek ele alsın ve söyleyebilirse şayet,“bunlar yanlış değil, doğrudur!” desin! Görmez'in icraat ve fikirlerini savunacak bir babayiğit, önce bu ameliye ile işe başlamalıdır.
BU FİKİRLERİ KABUL EDER MİSİNİZ?..
Görmez’i savunanlar veya tezkiye edenler, “Görmez’in bu fikirleri yanlıştır” diyemiyorlarsa, onun sakat fikirlerini tasdik etmiş olmazlar mı? Elbette tasdik etmiş olurlar. Şöyle ki:
Görmez’i tezkiye edenler, onun fikirlerinden olmak üzere;
“Bazı sahabe ve râvilerin olaylardan çıkardıkları yanlış hükmü, fıkhî bir formülasyona sokarak Hz. Peygamber’e isnad ettiklerini” (ki bu ifade, sahabe hadis uydurmuştur, demektir),
“Hadis rivayetlerinin Hz. Peygamber’e ait olmaması nedeniyle hadislere kutsallık izafe edilemeyeceğini”,
“Sahih de olsa, toplumun kabul etmediği ve toplumda uygulanamayan hadislerin bir değeri olmadığını”, “başörtüsünün Taabbudi/Dini/Hukukî (Bağlayıcı) değil, ahlaki (mendup) bir gelenek olduğunu”,
“Müslüman bayanın ehli kitap (Yahudi ve Hıristiyan) erkekle evlenebileceğini”,
“Bayanların özel hallerinde namaz kılabileceğini, (normal zamandaki gibi) kabeyi tavaf edebileceğini”,
“Sünnetin bir model olarak asırdan aşıra taşınamadığı iddiasını”,
“İslam alimlerinin ve İslami ilimlerin din adına doğruyu bulamadığını, bu yüzden İslami ilimlerin yok edilip yerine çağa uygun olarak yenilerinin ihdas edilmesi gerektiğini”,
“Hadislerin, Kur’an’ı anlamanın önünde bir engel teşkil ettiği iddiasını”,
“Sünnet’in delilleri olarak gösterilen ayet ve hadislerin, bu konuda delil olamayacakları”,
“İslami Rönesans denilecek hareketin yeniden inşâ edilmesi gerektiği”
gibi, İslami esaslarla örtüşmeyen fikirleri kabul etmiş olurlar.
Bu örnekleri, Diyanet, Türkiye Diyanet Vakfı ve bu vakfa bağlı icraatlar bağlamında da sürdürmek mümkündür. Ne var ki bu takdirde çok daha vahim ve açık itikadi sakatlıklarla karşı karşıya kalırız.
Diyanet veya TDV’nin uzantısı olan kurumların icra ettikleri etkinliklerde veya bastıkları kitap ve dergilerle, Dini Yüksek İhtisas Merkezi programlarında ders notu ve yardımcı ders notu olarak yer alan materyalde;
“Yahudilik ve Hristiyanlığın da kurtuluşa/cennete götüreceği”,
“Müslümanların bir tek benim dinim doğrudur, diyemeyeceği, günümüzdeki başka dinlerin de doğru olabileceği”,
“Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm ve Hinduizm gibi beşerî dinler de İslâmiyet gibi mütekâmil dinler olduğu”,
“Yahudilik ve Hristiyanlık şöyle dursun, Çin ve Japon dinleri gibi geleneksel dinlerin de bugün bozulma olsa bile mazerete binaen insanları kurtuluşa götüreceği”,
“Herkes tatmin olduğu dine uymakla mükelleftir. Kendi dininin sunduğu hakikatle tatmin olan kimse, İslâm'ı kabul etmekle sorumlu değildir. Bir kimsenin kalbinde İslâm'ın doğru bir din olduğuna dair his oluşmazsa, o kimse İslâm’ı kabul etmek zorunda değildir. Bu durumda o kimse, İslâmiyet dışında inandığı dinle amel etmekle kurtuluşa ereceği”,
“İslam alimleriyle bize gelen dini sitemin köhnemiş ve köhnetici olduğu, (Fazlurrahman Abduh ve Reşit Rıza gibi şahsiyetlerin çalışmalarının amacı belirtilirken ifade ediliyor)”,
“Hz. Muhammed sav’in, beşerden bir öğretmeninin olabileceği”, “Kur’an’daki kıssaları aşina olduğu birinden almış olabileceği”,
“Kur’an’ın, Hz. Peygamber sav’in büyük bir deha eseri olduğu”,
“O gün dolaşımda bulunan bilgilerin Muhammed’e aktarılmış olabileceği”,
“Lat ve Menat’ın semavi varlıklar olduğu ve bunun İslamiyet’e aykırı olmadığı”,
“Lat ve Menat'ın semavi varlıklar olduklarına itiraz edilemeyeceği, bunun İslam'ın tek tanrılı din anlayışına da aykırı olmadığı”,
“Hz. Peygamber (sav)in, davasında başarı için putlara tapma eğiliminde olduğu, müşriklerden elde ettiği dünyevi menfaatler karşılığında onların ilahlarını bir bakıma tanıdığı, mutabakat sağlanamayınca o ayetlerin neshedilği”,
“Kur’an’ın, Allah’ın sözleri olduğu inancının yeniden mercek altına alınması gerektiği”,
“Kur’an’ın sözlü bir iletim döneminden geçtiğini ve tarih boyunca şimdi okuduğumuz Kur’an’ın geliştiği”,
“Kuran tasavvurumuzun gözden geçirilmesi ve Kur’an’ın kaynak değerinin tartışılması gerektiği”, “sahabeden gelen bir haberin reddedilebileceği, Hz. Peygamber’den gelip de vahye uymayan şeyin de kabul edilemeyebileceği, (Müslüman bireyi rahatsız eden şeyin) Allah’ın sözü olması durumunda ise Allah’a, ‘sen bizimle böyle misaklaşmadın!’ şeklinde itirazda bulunulabileceği”,
“Kur’an’ın zaman ve mekan üstü tükenmez bir hazine olmadığı”,
“Güncel ve bilimsel kriterlere uygun nitelikli dini bilgi üretiminin gerekliliği”,
“Bugünün insanına sunmakta zorlanılacak ve savunmaktan aciz kalınacak bilgiler asla öğretime konu edilmemesi gerektiği”,
“Gelenek (fıkıh tefsir akaid ve hadis ilmi İslami ilimlerde bulunan bilgiler), vahye dayalı bile olsa, geçmişten kalan fikir ve uygulama olduğu” (yani değersiz, geçersiz),
“Din adına, kadın hakkında, geleneği oluşturan ve din adına görüş belirten erkek egemen yorumdan kaynaklanan yanlış bilgilerin bulunduğu”,
“Devrimizde kadının rolünün, peygamber dönemindekinden farklı olduğu ve bu yüzden kadın erkeğin mirası eşit olması gerektiği”
gibi, İslam itikadına aykırı düşünce ve iddialara yer verilmiştir.1
&&&
Bu fikirlerin Diyanet yayın ve icraatlarında yer aldığını bildiği halde, “İşte, son 15 yılda Diyanet güzel icraatlar yaptı” diyen Müslüman, bu fikirleri de kabul etmiş olur…
Bu fikirlere güzeldir diyenler varsa, bizim onlara söyleyebileceğimiz, hidayet temennisinden başka bir şey değildir.
Ya bunu bir de “alim” ya da “hoca” yaparsa, varın siz düşünün afeti… Bu afet, “Allah’ın huzurunda Allah’ı yalanlayan kimseye yalancı şahitlik yapmak” kadar kötüdür.
ASIL KONUMUZA DÖNERSEK
Görmez'in, İslamoğlu ile, Mustafa Öztürk'le veya Mehmet Okuyan'la bağlantı ve dayanışmasını müdellel olarak bilmek ve bildirmek, görevden ayrılmış da olsa Görmez'i tanımaktan daha önemli değil midir? Ulema topluluğunun bunu bilmesi gerekmez mi? Bunu bilmeyen ulema neyle hangi konuda mücadele verecektir acaba? Bundan gocunmanın sebebi nedir?
Hak yolunda mücadelede de kemiyet değil, keyfiyet önemlidir. Aynen Kur’an-ı Kerim’deki Talut (a.s.) örneğinde olduğu gibi.
Tek bir şahsın kendinden aldığı yetkiyle belirlediği kural ve ambargolarla bir yer çekip çevrilmek isteniyor ve bununla hakikatin konuşulması engelleniyorsa, buraya ulema topluluğu denmez...
Bir kimse, özellikle ilimden bir nasibi bulunan birey, küfür, hakaret ve şeri şerife muhalif laf etmedikçe konuşma hürriyetine sahiptir, konuştuğunun sorumluluğu da kendine aittir. O konuşma, kendine güvenen adamın tenkidine de her daim açıktır.
Alimin içi, dışı, sermayesi, varı yoğu ilimdir. İlmin konusu itikat, iman, amel ve irşattır. O zaman, bu dört ana unsura aykırı gelişmeler karşısında alim, nasıl kör, sağır ve dilsiz kalabilir ki? Alim, iddia edilen bir şey varsa, gerekeni yapacaktır, yoksa, yok diyecek, onu ispatlayacaktır.
Selam ve dua ile Allah’a emanet olunuz!
06.07.2017
Dr. Ahmet Gelişgen
Bu haber 2154 defa okunmuştur.