DİYANET YAYINLARINDAKİ FACİADAN BİR ÖRNEK KİTAP: “İSLAM’A GİRİŞ - EVRENSEL MESAJLAR"
Ali Bardakoğlu’nun DİB Başkanı olduğu ve Mehmet Görmez’in Dini Yayınlardan sorumlu Başkan Yardımcısı olduğu yıllarda Diyanet tarafından hazırlatılıp bastırılan ve halka bedava dağıtılan “İSLAM'A GİRİŞ-Evrensel Mesajlar” adlı kitapta, İslam esaslarına aykırı bolca unsura rastlanmaktadır.
Kitabın Yeni Şafak Gazetesi tarafından basılan nüshasından yaptığımız incelemede göze çarpan bazı sakıncalı durum ve açıklamalar şöyledir:
1) “Hadislerin, inanç ve itikad alanında bilgi kaynağı olup olmaması hususu ise tartışılan meselelerdendir”.
Bu ifadeyle, sünnet’in inanç ve itikat alanında tartışmalı olduğu belirtilmektedir. Halbuki mütevatir haber ittifakla, meşhur haber de çoğu alimlere göre itikadda delildir. Maturidilere göre, Kur’an’da temeli bulunan itikadi konular hakkında açıklama getiren sahih “haber- i vahid” de itikadi konularda delil olarak kabul edilmiştir.
İslami ilimlerde ulema tarafından ortaya konup kabul edilen esaslara aykırılık teşkil eden düşüncelerde akademisyenlerin, tepki çekmemek amacıyla kendi benimsedikleri fikirleri doğrudan ifade etmek yerine, “tartışmalıdır” gibi ifadelerle dile getirdikleri bilinmektedir.
2) “Şimdilerde hadislerle ilgili kadim tartışma konularının yanı sıra, hadislerin aktüel değeri, hadislerin anlaşılmasında yöntem sorunu, bir kültür mirası olarak hadislerin değerlendirilmesi ve benzeri konular akademik düzeyde tartışılmalıdır.”
Bu ifadeler, asıl itibariyle kendi bakış açısını ortaya koymak için getirmektedir. Söz konusu ifadelerde Hadis Usulü ilminin, hadisleri anlamada yöntem olamayacağına işaret edilerek, hadislerin değerinin yeniden tartışmaya açılması istenmektedir. Dolayısıyla hadis usulü ilmindeki esasların, sorunlu ilkeler olduğuna işaret edilmiş olmaktadır. Aynı ifadelerde, makbul hadis kaynaklarımızdaki hadislerin, önce hadis olup olmadıklarının ortaya konması, bunlardan hadis olduğu kabul edilenlerin de keyfi yorumlara tabi tutulması gerektiğine de işaret edilmektedir.
3) “Bir beşer olarak Hz. Peygamber, hakkında vahiy bulunmayan çeşitli meselelerde ictihad etmiş ve bazı içtihat ve davranışlarında yanıldığı da olmuştur. Onun yanıldığı bazı hususları Yüce Allah vahiyleriyle tashih etmiş, hatta bu yüzden bazen de onu eleştirmiştir. Benzer düzeltmeler Cebrail ve sahabe tarafından da yapıldığı olmuştur …”
Bu ifade, hadislerden şüphe duymayı akla getirdiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vahyin kontrolünde olduğu gerçeğini de göz ardı etmektedir. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, bazen içtihatlarında çok az sayıda hata ettiği olduysa da bunları vahiy düzeltmiştir. Kitaptaki ifadede, sanki Hz. Peygamber (s.a.v.) çokça hata etmiş, vahiy bunların bazısını düzeltmiştir, demekle, vahiy tarafından düzeltilmeyenlerin de bulunduğu akla geliyor. İfadenin devamında, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “benzer düzeltmeler Cebrail ve sahabe tarafından da yapıldığı olmuştur” ifadesi vahameti daha da artırmaktadır. Her şeyden önce Cebrail vahiy demektir zaten. Çünkü Cebrail Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Allah’ın emriyle gelir. Sahabe de düzeltmiş vs. derken, sürekli düzeltilmeye ihtiyaç duyan bir Peygamber figürü zihne akla gelmektedir. Aynı zamanda, sahabenin Hz. Peygamber (s.a.v.)’i düzeltmesi, onun sahabenin de aşağısında bir seviyede olduğu düşüncesini beraberinde getirmekte. Halbuki Peygamberlerin sıdk (doğruluk), emanet (emanete hıyanet etmez), ismet (günahsızlık), fetanet (zekilik) ve tebliğ (Allah’tan aldığı vahyi olduğu gibi insanlara bildirir) sıfatları vardır, onlar bu konuda seçilmişlerdir.
Hurma aşılama meselesinde Hz. Peygamber, zanaata dayalı bir konuda söz etmemiş, işi ehline tevdi etmiştir. Bedir savaşında karargâh yerinin belirlenmesinde ki hadisede de düzeltme değil, istişare vardır. Burada sözü Hz. Peygamber (s.a.v.), sözü, bölgeyi iyi tanıyan Hubab İbni Münzir (r.a.)’e bırakmış, onun teklifini onaylayıp icraata sokmuştur. Bunlar düzeltme olmadığı gibi içtihad da kabul edilmez. Nitekim bunlara “düzeltme” demek, peygamberlik sıfatlarına halel getirir. Kur’an-ı Kerim’de de birkaç yerde vahyin uyarısı vardır. Örneğin “Abese Suresi”ndeki uyarı, bir günahtan dolayı değildir, davranış seçeneğinden dolayıdır. Burada Hz. Peygamber (s.a.v.), Abdullah b. Ümmi Mektum’dan önce gelen müşrikleri İslam’a davet etme çabası içerisindeyken o meclise gelip soru soran Abdullah b. Ümmi Mektum’a yönelmeyip, önceden devam ettiği görüşmesine devam etmiştir. Bu haldeyken Allah Teâlâ, o tebliğin müşriklere fayda vermeyeceğinden söz ederek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Adullah b. Ümmi Mektum’la ilgilenmesini istemiştir. Buna hata denir mi acaba? Burada perde arkasını bilen Allah (c.c.), “boşuna uğraşma, asıl irşad isteyene dön” anlamında Peygamberini uyarmıştır. Bundan daha tabii ne olabilir ki?
Kur’an-ı Kerim’de olsun, normal hayatta olsun, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hata yaptığını ya da azarlandığını (!) sürekli olarak dile getirenlerin, İslam Peygamberin de açık arayan ve bu suretle onun risaletini zaafa uğratmak isteyen müsteşrikler olduğunu çok iyi biliyoruz. Müsteşriklere ait hangi kitabı elinize alsanız bunları mutlaka görürsünüz. Diyanet’in, halkı irşad amaçlı hazırladığı bir kitabında, sanki her şeyi halka öğretmiş bitirmiş de işin akademik düzeyine de sıra gelmişçesine, yanlış anlaşılabilecek ve zihinlerde şüphe bırakacak şekilde bu türden konulara temas etmesi, neyin nesidir düşünülür. Haddizatında Diyanet’in halka anlatması gereken, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in büyüklüğü, rehberliği ve kendisine “ittibâ”dan başka bir şey olmamalıdır.
4) Kitapta, Hz. Peygamber (s.a.v.)’nin yaptığı her şeyin sünnet (yapılması istenen) olarak görülmediği, bazı yaptıklarının müstehap veya mendup, bazılarının ise mubah olarak değerlendirildiği belirtiliyor.
Halbuki, farz, vacip ve sünnet gibi teklifi hükümler ortaya konan “sünnet” dışında, bir de “sünnet-i zevâid” vardır. Sünnet-i zevâid, Peygamber (s.a.v)’in yeme, içme, giyinme, uyuma adabı gibi ibadet kasdı olmadan, insan sıfatıyla yaptığı mutad davranışlarına denir. Bu gibi hususlarda Peygamber (s.a.v)’e uymak müstehap ve şefaatine vesiledir. Sünnet-i zevâide uymayan bir kimse ise, cezalandırılmayı ya da kınanmayı da hak etmez.
Ardından konu edilen; Peygamberin, neyi hangi sıfatıyla yaptığının dikkate alınması gerektiği hususu, yine akademik düzeyde, ilahiyatçıların bile zor anlayacağı, ihtilaflı, zihin karıştırıcı, sünnete uyma konusunda keyfiliğe yol açabilecek ve halkı şahsi görüşe sürükleyebilecek düzeyde ağır konulardır. Bu konuların ele alındığı kitabın adı ise, “İslam’a Giriş-Evrensel Mesajlar”dır. İslam’a girişi anlatan ve gerçekte halka yönelik “ilmihal” olması gereken bir kitapta bu konulara yer verilmesi ne kadar isabetlidir, düşünülür? İlmi bir seri içerisinde objektif bilgiler içeren ve ehline hitap eden ilmi eserler elbette müstakil olarak basılabilir.
5) “Hz. Muhammed kendi yerine hiç kimseyi bırakmamıştır … Kureyş kabilesi, toplumdaki yeri açısından öne çıkmış ancak Ebubekir gibi Kureyş’in önde gelenlerinden sayılmayan bir kimse halife olmuştur.”
Kanaatimizce bu ifadelerde Hz. Ebubekir (r.a.), basit bir adam gibi görülerek küçümsenmekte ve halife olması yadırganmaktadır. Dolayısıyla söz konusu ifade, Şia’nın sahabeye bakış açısını da çağrıştırmaktadır.
6) “İslâm’ın miras hükümleri dışında, sosyal hayat nizamı ve esaslarının değişmesi, erkek ve kadının vazifeleri ve bu vazifelere uygun hayat nizamı ve esaslarının değişikliğe uğraması halinde, kadınlara mirastan erkekler kadar ya da erkeklerden daha fazla pay verilebileceğini ifade edenler de vardır.”[9]
“… Kırbaşoğlu, Kur’an’ın kadına mirastan erkeğin payının yarısı kadar hisse verilmesini emrettiği şeklindeki genellemenin, mirasla ilgili ayetlerin sathi olarak okunmasından veya kasıtlı olarak saptırılmasından kaynaklanan bir iddia olduğunu(!) dile getirmektedir…”[10]
Bu ifadelerle İslâm’ın miras hükümlerinin, günümüz çağdaş Müslümanlarını bağlamayacağı savunulmaktadır. İslam miras hukukunda bazı hallerde kadına erkeğin yarısı kadar hisse verilmesinin, Kur’an’ın iyi incelenmeyip yanlış anlaşılması sonucunda elde edildiği (!) ifade edilmektedir. Böylesine sakat bir iddia, Hz. Peygamber (s.a.v.), sahabe ve daha sonraki selefle birlikte bütün ulemanın, Kur’an’ı yanlış anlamakla itham etmeye kadar gider. Çünkü ilgili ayetleri bu şekilde anlayıp bize öğreten Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Bu nedenle Kur’an ve sünnet’te açık bir şekilde belirtilen miras hükümleri “müfesser” olup, içtihada ve yoruma kapalıdır. Yukarıdaki iddialarda, İslam miras hukukunda kadının, başka vasatlarda ana, eş ve kız kardeş olarak değişik şekillerde belirli paylar alabildiği de göz ardı edilmektedir.
7) Kadının şahitliği ile ilgili ayetin hükmünün, zamanımız şartlarında artık farklı değerlendirilmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Halbuki Allah Teâla yarattığı kulunu en iyi bilen olarak Kur’an’ı, kıyamete kadar hükmü baki kitap olarak indirmiştir.[11]
8) “’Ehl-i Sünnet Mezhebi’ ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Sünnilik beşerî yorumlarla vücut bulmuş bir mezheptir. Bu sebeple de geçmişte bilim adına ileri sürülmüş bilgi ve beşerî yorumların hâkim olduğu bazı konularda eleştirilebilecek görüşleri bulunabileceğini kabul etmek gerekir.”
Bu ifadeyle Ehl-i Sünnet itikadının, beşerî yorumlardan oluşmuş bir yapı olarak doğru bir itikat olmadığına işaret edilmektedir.
Kanaatimizce, esasen açık bir görüşü yansıtan bu ifadeler, tenkit edilmek endişesiyle ihtimalli ifadelerle verilmektedir. “Ehl-i Sünnet”, Allah Rasülü (a.s.)’ın ve onun ashabının yolundan elde edilmiş öz olduğuna göre, burada asıl tartışmaya açılmak istenen de bu yoldur. Öyle ki Ehli Sünnet, müminlerin itikad yoludur. İtikadı belirleyen deliller, inkârı küfür olan ayet ve hadislerdir. Dolayısıyla sübutu ve delaleti kat’i olan delillere dayanan itikat esaslarının tenkidi mümkün değildir. Subuti kat’î veya delaleti açık olamayan olmayan nassların ifade ettiği hükümler ise, ehli tarafından mütalaa edilmiştir zaten. Bunlar beşerî yorumdur, diye kaldırılmak istenen birikimin yerine konacak olan da “beşerî” olmayacak mıdır? Ve bu yorumları ortaya koyanların itikadı, ameli, ihlası ve ilmi seviyesi ne olacaktır acaba?..
9) (Namaz konusu anlatılırken) “… Sonra huzuruna çıktığımız makam sahibi kimselere yapıldığı gibi yüce Allah övgü ile anılır…” …”
Bu ifadeyle namaz, makam sahibi birinin huzuruna çıkıldığında o zatın övülmesi gibi Allah’ın övüldüğü bir ibadet olarak belirtilmekle, caiz olmayan bir davranışa benzetilmekte ve amacı dışında tanımlanmaktadır. İfadenin hem itikadi, hem de ahlaki boyutu vardır. Rasülüllah Efendimiz (s.a.v.), bize karşı övgüde bulunan meddahların yüzüne toprak serpilmesini tavsiye etmiştir.
Aynı konuda, “iradenin güçlendirilmesi vebu halin sürekliliği için devamlı bir eğitim ve pratik yapmaya ihtiyaç vardır. Başıboşluğa meydan vermemek ve zamana hükmedebilmek için namazın kılınması gereği, yeme içme ve cinsel arzuların gemlenebilmesi için oruç tutulması, mal tutkusunun kontrol altına alınabilmesi için zekât ve sadaka yükümlülüklerinin getirilmesi, sosyalleşmenin gereği olarak günlük, haftalık (Cuma), mevsimlik (bayramlar) ve yıllık (hac) -giderek büyüyen nispetlerde- cemaatler oluşturma zorunluluğu hep sözü edilen bilinç halinin oluşturulmasına ve sürekli devam ettirilmesine yöneliktir”[14]
Bu ifadelerde, namaz, oruç, zekât, sadaka, bayram namazları ve haccın emrediliş sebep ve illetleri, dünyalık sebepler olarak zikredilmektedir. Öncesinde anlatılan ve buraya alamadığımız açıklamalar da ağırlıklı namazın dünyevi faydalarından söz etmektedir. Halbuki namaz, Allah’ı hatırlayıp onu zikretmek, ahirete yönelmek ve şeytanın ivgasından korunmak için kılınır. Böylece kul, kötülük ve haramlardan uzaklaşır. Diğer kulluk görevleriyle de arınır ve sabır ve namazla Allah’tan yardım ister.
Aynı şekilde orucun, yeme, içme ve cinsel arzuların gemlenmesi; zekât ve sadakanın, mal tutkusunun kontrol altına alınabilmesi; cuma ve bayram namazlarının da sosyalleşmenin gereği olarak ifa edildiği belirtilmektedir.[18]
Halbuki anılan ibadetlerin tamamı, evvela Allah’a kulluğun gereği olarak yerine getirilir. Ondan sonra bunların çeşitli hikmetlerinden söz edilebilir. Bu hikmetler, bu ibadetlerin illeti ya da sebebi değildir. Esasen “taabbudi” olan bu ve benzeri ibadetleri bu şekilde illetlere bağlarsanız, ardından, sözde bu illetler yok olduğunda ya da başka vasıtalarla gerçekleştiğinde ibadetlere ihtiyaç kalmadı denilir. Bu ifadelerin bir adım ilerisi de budur. Nitekim, bazı zevat, namaz, gusül, abdest diye bir şey yoktur, bundan maksat sosyalleşmektir, temiz olmaktır gibi saçmalıkları günümüzde savunmaya başlamışlardır. (Bkz. Hakkı Yılmaz’ı eleştiren yazımız).
10) “… Her ne kadar bu imajı abartılı bulsa da içerden bakıldığı zaman bir problem olduğu muhakkaktır. Yanlış din algısı kadın aleyhine kullanılmakta, diğer birçok konuda olduğu gibi bu konuda da din maalesef gücün egemenlik aracı olarak kullanılmaktadır. Ama konu üzerinde araştırma yapanların veya din adına kanaat belirten otoritelerin üzerinde buluştukları nokta, bu problemin, geleneği oluşturan ataerkil toplum yapısından kaynaklandığı ve bu yapının dini kullandığı şeklindedir.”
Bu ifadelerle İslâm toplumunun erkek egemen toplum özelliğine dayalı olarak, güya erkek âlimlerce, “Din”de erkekler lehine ve kadın aleyhine hükümlerin uydurulduğu belirtilmiş olmaktadır. Yani sahabe, tâbiûn ve bunlardan sonra gelen ulema, erkek ağırlıklı oldukları için kadınlar aleyhine hükümler uydurmuşlar, hâşâ dini kullanmışlar! O zaman hadisler/sünnet başta olmak üzere tutunacak dalımız yok demektir. Hâşâ bu iftira, Kur’an’a da sirayet edebilir. Böyle bir iddia, -sözde- dini kullanan birilerinin, Kur’an’ı da bozmuş olabileceği(!) düşüncesini de beraberinde getirmez mi? Bu tür yorumlar, günümüz insanının sahabeve tâbiun’u kendisi (!) gibi zannetmekten kaynaklanıyor olmalı…
11) “Aslında etkili bir aktivist olarak Cemaleddin Afgânî’de, yeni bir külliyat geliştirmekten çok Müslümanları, ‘köhnemiş’ ve ‘köhneleştirici’ bir bilgilendirme sisteminin boyunduruğundan kurtararak halkı ve seçkinleri ‘bilinçlendirmek’ amacıyla siyasal ve kültürel hareketliliği canlandırma çabası belirgindir.”
Sonraki ifadelerde ise bu hareketin, Afgani, Abduh ve Reşit Rıza gibi şahsiyetlerin temsil ettiğini ifade edilmektedir.
Bu ifadelerle İslâm âlimleri tarafından Kur’an ve Sünnet’e dayalı olarak oluşturulan bilgi/bilgilendirme sistemi, yani dini bilgi birikiminin tamamı, “köhnemiş” ve “köhneleştirici"(!) olarak nitelenmektedir.
12) Kitapta “Gelenek”, “vahye dayansın ya da dayanmasın, meşru olsun ya da olmasın, geçmişten gelerek toplumun zihniyet ve uygulamasına yerleşmiş tutumlar, töreler, adetler ve kurumlar” olarak tanımlanmaktadır.
Bu tanımda, vahye dayanan ve meşru kabul edilen hükümlerin de gelenek kabul edildiği açıktır. Bu tanıma göre “gelenek”ten kasdedilen, İslam tarihi boyunca İslam alimlerinin Kur’an ve Sünnet esaslı ortaya koydukları hadis, tefsir, fıkıh, akaid ilimlerinin yanı sıra diğer usul ilimleridir. “Tecdid” ise, temel kaynakları gelenekten arındırma ve yeniden bu kaynaklara uygun bir yapılandırmayı amaçlamaktadır, deniliyor.
Her şeyden 14 asırlık İslami birikimin “gelenek” olarak adlandırılışı batı kaynaklıdır. Modernistlerin “gelenek” dedikleri “Din”, Rasulüllah Efendimiz (s.a.v)’e indirilen ve sahabenin yaşadığı dinin değişmemiş şeklidir. Bizim geçmişimizi, dinimizin özü olan Kur’an’ı, sünnet’i, sahabe, tabiun ve ondan sonra bize kadar gelen ulemanın yolunu veya İslami ilimleri “gelenek” diye isimlendirmek, bu birikimi bir bakıma küçümsemek ve basite almak anlamı taşımaktadır. Zira “gelenek” Türkçemizde, “gerekli olamayan, yaparsan iyi olur” anlamı taşır. Dolayısıyla, İslami ilimler birikimini bu kavramla isimlendirmek başlı başına bir asimilasyon sorunudur. İslami ilimler birikimimiz hakkında “gelenek” kavramının kullanıldığını biz, müsteşriklerin eserlerinde görüyoruz. Ne yazık ki bu kullanım, günümüzde bu ilahiyat camiasının modası haline gelmiştir.
İslami birikimi, “gelenek” dedikleri bu kaynaklardan arındırdığınızda, geriye çağdaş kültür ve akıl kalacaktır. Bu ayıklamayı yapacak olanlar ise, oryantalist anlayışla zihnini donatmış olan günümüz modernistlerinden başkası olmayacaktır. Bunun anlamı, İslam alimlerimizin ortaya koyduğu İslami ilimleri çöpe atıp, yerine, bugünün şartlarında modernistlerin öngürdüğü bir dini bilgi sistemi ortaya koymak demektir. Böyle bir ameliye, “tecdid” adı altında saklanan “reform”dan başka bir şey değildir.
Kaldı ki İslam fıkhında, geçmiş devirlerin ihtiyacına dayalı olarak yapılan örfi içtihatları alma zorunluluğu da yoktur.
13) “Öte yandan dinin yeni koşullar karşısındaki yeterliliğine ilişkin geleneksel kabuller de yerini dinin yeni sorularla (sorunlar olmalı) uyumunu bir problem olarak gündeme getiren arayışlara bırakmıştır.”[24]
Kitapta yer alan karmakarışık bu cümlenin tahlil ve açıklamaya ihtiyacı olduğu açıktır. Tabir caizse, adetâ cümlenin tercümeye ihtiyacı var! Şöyle ki:
Yukarıda, Kur’an ve sünnetten süzülerek gelmiş İslami İlimler birikiminin, “gelenek” olarak isimlendirildiğini, bunun yanlış bir tutum olduğunu ve Batı kaynaklı bu isimlendirme ile esasen bu yüce yolun basite indirgenmek istendiğini izah etmiştik. “Geleneksel kabul” ifadesi ise, bunu daha da zaafa uğratmaktadır. Bu ifade ile, sözde “gelenek”e, bir de “kabul” sözcüğü ekleniyor ki bu, “ındi görüş” demektir. İşte kitapta, “geleneksel kabul” denen İslamî İlimler birikiminin çağdaş problemleri çözebilecek özellikte olmadığını (!) ifade etmektedir. Yukarıdaki ifadeye göre, “gelenek” dininin yeni problemlere uyumu zordur (!). Bu yüzden, “gelenek” yerini, çağdaş arayışlara bırakmış (!). Dolayısıyla sayfa 436’da ‘köhnemiş’ ve ‘köhneleştirici’ denilen bu anlayışın yerini, ‘reformist’ anlayışlar almalıdır (!).
Netice itibariyle yukarıdaki felsefik cümle; yeni şartlar karşısında dinin yetersizliğine dolayısıyla bir dizi müdahaleye açık hale geldiğine, yani “dinde reform” yapılması gerektiğine işaret etmektedir. Adeta denilmek istenen şudur: “Çağımızda din, ihtiyacı karşılamıyor, reformu hak etmiştir” (!) Haşâ ve kellâ!.
Halbuki, kıyamete kadar hükmü baki Dinimizin hükümleri temelden evrenseldir, her devirde geçerlidir. Nasslarda hükmü açık olmayan yeni problemleri de “ictihad” müessesesiyle çözer. Dolayısıyla, İslam Dini’nin abuk subuk oryantalist fikirlere ihtiyacı yoktur. Aksi fikirlerin kaynağı ise müsteşriklerdir.
14) Kitapta Kur’an (Allah’ın hükümleri), “gökyüzünün kanunu” diye niteleniyor.
Kur’an ya da onun hükümleri için halk arasında, şiir veya edebiyatta, bazen mecazen “gökyüzü yasası” denilmişse de halkı irşad etme makamında olan bir hocanın veya Diyanet’in de bunu tercih etmesi, kanaatimizce isabetli değildir. Zira, Allah mekândan münezzehdir, ona mekân izafe edilemez. İslam alimleri bu konuda görüş birliği içerisindedir. Zira bu konuda gelen nassların delaleti de son derece açıktır. Bu yüzden, Müslim’de yer alan “Cariye” hadisini de İslam alimleri ittifakla te’vil ederek, imtihan sadedinde Cariye’den sadır olan “Allah göktedir” sözünü, onun yüceliğine işaret olarak anlamışlar ve bu te’vilin zorunlu olduğunu belirtmişlerdir. Nasıl ki namazda Kabe’ye yönelmek, Allah’a mekân izafe etmek değilse, bu türden bazı nassların da amacı Allah’a mekân izafe etmek değildir, demişlerdir.
Buna göre, bazı nasslarda geçen ifadelerin bile te’vil’le anlaşılması gerektiği hususunda İslam alimleri ittifak halinde ise, halkı irşad edenlerin de Allah’a mekân izafesi anlamına gelebilecek ifadelerden sakınması gerekir.
Yoksa, avam ya da maksatlı çevreler bu ifadeleri sündürüp başka yerlere çekebilirler. Birileri, mekândan münezzeh olan Allah’a mekân izafe edebilir. Esasen “gökyüzü kanunu” denince akla gelen şey, Allah’ın gök olaylarıyla ilgili koyduğu fiziki kurallar, yani gök olaylarıyla ilgili “sünnetullah”tır. Ayrıca böylesi bir kullanım, beşerî dinlerdeki “gök tanrı” inancını da çağrıştırabilir.
Kısacası, halkı irşad makamında olan Diyanet’in ya da bir hocanın, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde, sarih itikada uygun olan bilgi ve kavramlarla halkı aydınlatması, en doğru olandır.
SONUÇ
Diyanet’e ait bu kitaptan verilen bu şaşırtıcı ifadeler, sadece bunlardan ibaret değildir. Kitapta yer alan çoğu makalede, dini kavramlarımızın özünden uzaklaştırılarak asıl anlamlarından kaydırılarak özellikle sküler anlamalara zorlandığı dikkati çekmektedir. Diyanet’in, “İslam’a Giriş” serisi içerisinde bastığı bu kitabın eşleri olan diğer üç kitapla birlikte, TDV kurumları ya da Diyanet tarafından son 15 yılda yayınlanan diğer çoğu yayınlarda da benzer nitelikte sakıncalar mevcuttur.
Bir ilmi, ayakta tutan, o ilmin kavramlarıdır. Kavramlar bozulduğunda ya da içi boşaltıldığında o ilim veya müessese kendiliğinden çöker. İlimler olsun, din olsun, kavramlarıyla öğrenilir, kavramlarıyla ayakta durur. Bu yüzden “Dini kavramları Türkçeleştirme” adı altındaki gayretleri hiç de masum bulamayız. Müsteşrikler de işe kavramlarımızın içini boşaltmaktan başlamaktadırlar. “’Sünnet’ demek, ‘yaşayan sünnet’ demektir; ‘ittiba’, ‘üsve’ ve ‘teessi’, birebir uymak anlamına gelmez” gibi açıklamaların altında yatan gerçek de budur. İslam’ın kavramlarını “Türkçeleştireceğiz” diye çırpınanlar, bu gayreti İslam’ın özünü anlatmaya harcasalar, toplumda cahil kalmaz ve insanlığı huzur saadet kaplar.
Toplumumuza, hatta yurt dışına bol miktarda ve bedava dağıtılan bu ve benzeri kitaplarla nereye varılmak istenmektedir, doğrusu merak edilir. Kamuoyunda oluşan ağırlıklı kanaate göre bu hususta maksadın, “ılımlı İslam” ve dinler arası diyalog” olduğudur. İşbu durumda, İslam’ın hükümlerinin, asla uymayan yorum ve yaklaşımlarla traşlanarak diğer dinlerle aynı potada buluşmasına yelken açılmak istendiğini söylemek, mübalağa olmasa gerektir.Fetöcülüğün temeli “ılımlı İslam” ve “dinler arası diyalog”a dayanıyorsa şayet, Diyanet Fetöcülüğün neresindedir, yeniden bakılmalıdır…
15 Temmuz’un sisli havasında Diyanet Reisi Görmez’in, Diyanet’ten ayrılmamdan 4 yıl sonra, müftülük kursu dönem arkadaşımı da yalancı şahitliğe zorlayarak, bunda başarılı olamadığı için sahte belgeyle yazdığı ya da yazdırdığı raporla, 12 senedir bu uyarıları yapan Fakir’in “Fetöcülük”le yaftalanmasının altında yatan nedeni bir nebze anlayabilirsiniz, sanırım… Diyanet’te görevde iken, en büyüklerden oluşturulan üst üste soruşturma komisyonları aracılığıyla yapılan mobingler ve diğer iftiralar da bunun dışında…
Şubat/2010
Güncelleme: 20 Temmuz 2017
Dr. Ahmet GELİŞGEN
Not: Yukarıdaki yazıda verilen sayfalarda, eleştiriye mahal kitabın, Yeni Şafak Gazetesi baskısı esas alınmıştır. Tarafımızdan ilk olarak bu baskı incelendiği için, yazıdaki sayfalar da bu kitaptan alınmıştır. Diyanet baskısında sayfalar değişik de olsa aynı ifadeler mevcuttur. (Yeni Şafak Kültür Armağanı, Sistem Matbaacılık, İstanbul, Ocak/2010. Aynı kitap için bkz. DİB Yayınları, İslam’a Giriş-Evrensel Mesajlar, Tavaslı Matbaası, Ankara, 2008).
Bu haber 5546 defa okunmuştur.