Her Müslüman’ın aslî vazifelerinden birisi, Allah Teâlâ’nın bizden ne istediğini, neyi emrettiğini ve neyi yasakladığını doğru şekilde anlamaktır. Bu noktada sorulması gereken en önemli ve hayatî soru ise bunun nasıl yapılabileceği, nasıl sağlanabileceğidir.
Günümüzde, Kur’an’ın, içinde bulunduğumuz çağda bizi ne suretle aziz, müstakim, müttaki ve şahit kılacağı, “sahih iman”a ve “salih amel”e nasıl ulaştıracağı meselesi çokça tartışılır hale geldi.
Bir kısım insanlar Kur’ân’ı anlama faaliyetleri adı/maksadı altında insanları meâl okumaya yönlendiriyor; “Kur’ân (siz bunu meâl diye okuyun) apaçık, anlaşılır bir kitaptır, Kur’ân ile aranıza hiç kimseyi sokmayın, okuyun amel edin” diyerek meâl okumaya teşvik ediyor. Peki –herhangi bir- meâl gerçekten bizi Allah Teâlâ’nın muradına ulaştırabilecek özellikleri hâiz midir? Bir Müslüman Sünnet’ten, Sahabeden ve İslâmî ilimlerden soyutlanmış bir şekilde yapacağı meâl okuma faaliyetinde bunu başarabilir mi?
Biz bu yazımızda bazı meâl yazarlarının, kendi ideolojilerini, kendi anlayışlarını meâl üzerinden pazarlama faaliyetlerinden ziyâde, -muteber ya da gayr-ı muteber olsun- bizâtihi meâl’in “dini anlamak” maksadıyla neden okunmaması gerektiğine dair bazı gerekçelere değineceğiz.
Bu konuda oldukça dikkat çekici tesbitlerde bulunan Yrd. Doç Dr. Ebubekir Sifil Hoca, meâl’den Din öğrenme ameliyesinin mahiyetine şu sözleriyle(1) değiniyor;
“Bütünüyle din tasavvurunu meal üzerine kurgulayan ve inşâ etmeye hevesli olan modern müslümanlar imanda, amelde ve takvada seleflerinin seviyesine ulaşamıyorsa bunda “meal müslümanlığı”nı da intaç eden “malumatfuruşluk modası”nın rolü de elbette önemlidir. Meal okumalarının büyük çoğunluğunun “farklı bir din” tasavvuru arayışının ürünü olarak kuvveden fiile geçtiğini sıklıkla müşahade ediyoruz.
Aslında bizâtihi alimler, ilim adamları arasında tartışılması, konuşulması gereken bu mesele tamamiyle avam tabakasına inmiş vaziyette. İnsanlar ısrarla sevk edildikleri meâl okuma ameliyesi ve bunun yanına eklenmiş olan süslü sloganlar eşliğinde “Kur’ân’ın dünyası”na giriyor(!) ve meâl okuma alışkanlığı zaman içinde bu ameliyeyi işleyen kişi de Kur’ân’dan (meâlden) doğrudan hüküm çıkarma alışkanlığına dönüşüyor. Meâl yazarlarının Kur’ân’dan anladığı neyse ondan ibaret olan meal, Kur’ân’ın yerini aldığı için, mealin dünyasına giren kişi, “Kur’an’ın dünyasına” girdiği zannıyla/zehâbıyla mangaldaki külleri savurmaya başlıyor! Ve zaten işin başında, “farklılık arayışı” niyetiyle giriştikleri bu nâkıs ameliyenin, zihnî sürecin sahte cazibesine kapılıyorlar.”
Bu noktada meâl Kur’ân’ın yerini ne kadar tutabilir sorusu hayatî bir sorudur ve biz de buna değineceğiz. Maksadımız insanları Kur’ân okumaktan değil meâl okumaktan sakındırmaktır. “Meal okumayın” ile “Kur’ân’dan habersiz kalmayın” aynı şey değildir. Kur’an’dan haberdar olmak, ilahî hitâbın muhtevasını, manasını mealde aramaya çalışmakla kâim değildir.
Bu ikisi arasında çok büyük ve hayatî fark vardır, bu fark ise Kur’ân ile meâl arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Peki bu fark nedir ve bu farkın sebepleri nelerdir ?
Bu noktada Kur’ân ile meal arasındaki farkın sebeplerinden birisi, nassların sübut ve delâlet durumudur. Şöyle ki, Kur’ân-ı Kerim’in sübût yönünden katî olduğu şüpheye mahal olmayan bir hakikattır. Fakat o, her konuda delâlet bakımından katî değildir. Bu itibarla, meal yazarı “zû vücûh” olan ayetlerin muhtemel manalarından birini tercih ettiği için delâleti katî olmaktan çıkıp zannî konumuna ircâ etmiş olur. Bu durum ise meselenin sadece bir yönüdür.
Bir diğer yönü ise, dilbilim açısından meal ile Kur’ân arasındaki hayatî farklardır. Bu fark ise hususiyetle Kur’ân’ın bize ne anlatmak istediği ile ondan ne anlaşıldığı noktasında belirginleşmektedir.
Okuyacağınız bu yazımızda, “Neden Mealden Din Öğrenilmez?” sorusunu, meallerdeki tercüme/çeviri hataları ve bu hataların ortaya çıkardığı problemler üzerinden cevaplamaya çalışacağız inşallah.
Herhangi bir dilde yazılmış bir metni, içeriği ve üslubuyla birlikte bir başka dile çevirirken, muhtevasında belli bir anlam kayması, daralması, genişlemesi, hatta anlam kaybı olması kaçınılmazdır, hele ki çevrilen metin, arapça gibi i’câz, belâgat açısından çok üstün ve dünyanın en zengin dillerinden birisi olduğunda bu kayıp daha da belirginleşir.
Kur’ân’ı tercüme etmenin/çevirmenin, normal metin çevirileri ile birebir benzerlik içinde olduğunu söylemek sanırım gereksizdir. Çünkü nev-i şahsına münhasır olan Kur’an bir taraftan sözlü kültürün özelliklerini bünyesinde taşıyan, yazıya geçirilmiş bir metin, diğer taraftan kendine has üslûbuyla ses-mânâ bütünlüğüne sahip olan, mecaz, deyim ve istiârenin yoğun olarak kullanıldığı, îcaz bakımından zirvede olan ilâhî bir kelamdır.
Özellikle Cumhuriyetle birlikte, ülkemizde Kur’an’ın Türkçe çevirileri giderek hız kazanmış, pek çok meal yazılmış ve hâlâ da hiç hız kaybetmeden yazılmaya devam etmektedir. Ancak, yapılan meallerin ekseriyetinin, özellikle Türkçe açısından yeterli düzeyde olmadığı da bir gerçektir. Kur’an’ın özgün dili mucizevî niteliğe sahip olduğundan insanın gönlünü okşamakta ve kulağa çok hoş gelmektedir. Kur’an’ın bu özelliğini başka bir dile olduğu gibi aktarmak mümkün olmasa da, onun meallerinin de benzer bir özelliğe sahip olması gerekirken hiçbir meal bu özelliği ihata edememektedir, çünkü bu mümkün değildir.
Meallerde yapılan birçok yanlışın başlıca sebepleri; Arapça dilinin belâğatın en üst seviyede olduğu, mecâz ve kinâye’nin sıklıkla kullanıldığı bir dil olması ve kelimelerin manaları yönünden zengin bir muhtevaya sahip olması ve bunun diğer diller tarafından yeterli şekilde karşılanamamasıdır. Yine diğer etkenlerden en önemlileri; harfî çeviri yapılması, Türkçenin yeterince kullanıl(a)maması, zamirlerin merciinin doğru tesbit edilememesi, bağlamın ve maksadın nazar-ı itibara alınmamasıdır. Çeviri kuramları açısından ‘doğrudan çeviri’ tekniklerinden olan ‘sözcüğü sözcüğüne çeviri’ türünün geleneksel tefsir disiplinindeki tam karşılığı olan harfî tercüme, lafzî, literal, kelimesi kelimesine, motamot, sözcüğü sözcüğüne ve müsâvî diye de isimlendirilir. Bu çeviri “nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen” tercümedir.(2) Bu çeviride, kaynak metnin biçimsel öğelerinin elden geldiğince korunarak amaç dile aktarılması önemlidir.(3)Bu nedenle, bu teknikle yapılan bir çeviride, genellikle, kaynak metnin anlamını yansıtmakta zorluklar kaçınılmazdır.(4)
Sözcüğü sözcüğüne çeviri yönteminin özelliklerinden ve sakıncalarından dolayı, Kur’an’ın harfî çeviri tekniği ile çevrilemeyeceğine dair ilim adamları konsensus sağlamışlardır.(5) Çünkü harfî çeviri, ya misli misline ya da misli dışında yapılır. Her iki yöntemle yapılmaya kalkışılacak çeviride, Kur’an’ın kendine özgü tertip özelliklerinin, üslûp sırlarının, mânâ inceliklerinin kaybolması söz konusudur. Dolayısıyla Kur’an’ın sıhhatli bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamayacağı barizdir.(6)
Kur’an’da, harfî tercüme tekniği ile çevrilmesi asla mümkün olmayan pek çok ayet vardır. Özellikle deyimsel ve mecazî ifadeler bunun en çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Arapça’nın aslî ve vazgeçilmez bir özelliğini oluşturan ve en mükemmel şekline de Kur’an’da ulaşılan îcâz, çevirmenlerin göz önünde bulundurmak zorunda olduğu çok önemli bir husustur. Bu nedenle çevirmenler, Kur’an’ın indiği dönemdeki dilbilime ilişkin kullanışları esas almalı, bu yapılmadığı veya lafzî çeviri yöntemi uygulandığı takdirde söz konusu özgün ifade, çeviri yapılmakla orijinal anlamını kaybeder ve çoğu zaman anlamsız sözcükler yığını haline gelebilir. İfadenin anlaşılması için birtakım kelimeler ilave edilmesi veya çıkarılması çeviri tekniğinin doğası gereğidir. Aslında bulunmayan düşünce bağlantıları çevirmen tarafından ilave edilmediği takdirde, söz konusu Kur’anî ifade, olduğu gibi tercüme edilmekle bütün anlamını kaybedebilir. Meallerdeki en önemli sorunların başında bu husus gelmektedir.
Bu durumu daha iyi anlamak için piyasada bulunan –ön plana çıkmış- meallerden birkaç ayet üzerinden örnek verelim;
1.
Bakarâ /187
وَكُلُواْ وَاشْرَبُواْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ
Çantay: “…ak iplik kara iplikden size seçilinceye kadar yeyin, için…”
Gölpınarlı: “…kara iplik, sizce beyaz iplikten ayırt edilinceye dek yiyin, için.”
Ateş: “şafağın beyaz ipliği siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yeyin, için.”
Hamidullah: “…şafağın beyaz ipliği, siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için.”
Döndüren: “Fecirde, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar yiyin, için.”
Bulaç: “…sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için …”
Akdemir: “Fecrin siyah ipliği beyaz ipliğinden sizce ayırt edilinceye kadar yeyin ve için …”
Y. N. Öztürk: “Tan yerinin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar yiyin, için…”
Ayetteki الخيط الأبيض ile الخيط الأسود ifadeleri mecaz oldukları halde lafzen ve من الفجر vurgusu da dikkate alınmadığı için yanlış çevrilmiştir. Nitekim aynı yanlışı sahabeden Adiy b. Hâtem de yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber(s.a.v.) ayetteki من الفجر kısmındaki mecazî anlamı kendisine açıklamak durumunda kaldığı yaygın olarak bilinen bir husustur. Tefsirin ilk ve tartışmasız tek otoritesi olan Hz. Peygamber(s.a.v.)’in açıklamasına rağmen,(7) ne yazık ki, bu yanlış anlama ve anlamlandırma günümüzde de devam etmektedir. Kısaca, ayetin من الفجر vurgusu, fecrin beyazlığının gecenin siyahlığından ayırt edildiği ânın gözlenmesini son derece beliğ bir şekilde ifade etmektedir.(8)
Buna göre, ayetin doğru anlaşılması amacı doğrultusunda, “Tan yeri ağarıncaya kadar yiyip içiniz…” veya “Gecenin karanlığı ile sabahın aydınlığı birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyiniz içiniz.” şeklinde tercüme edilmesi daha doğrudur.
2.
Hacc / ثَانِيَ عِطْفِهِ لِيُضِلَّ عَن سَبِيلِ للهَّ“ : 9”
Elmalılı: “Allah yolundan şaşırtmak için (kibir ve azametle) yanını bükerek ki…”
Çantay: “(kibir ve azametle) yanını eğip bükerek Allah hakkında kavga eder durur.”
Hamidullah: “Belini eğip bükerek Allah yolundan saptırmak için.”
Y. N. Öztürk: “Yanını eğip bükerek uğraşır ki, Allah yolundan saptırıversin.”
Döndüren: “…yanını eğip bükerek (tartışmayı sürdürür)…”
İslamoğlu: “Bunlar Allah yolundan çevirebilmek için gerdan kırarlar.”
Ayetteki ثاني عطفه tamlaması, “yanını/belini eğip bükerek” şeklinde lafzen çevrildiği için ayetin vermek istediği mesaj zayi edilmiştir. Oysa tefsirlere bakılsaydı bu tamlamanın hakikate karşı büyüklenmeden, ona sırt çevirmeden kinaye olduğu (9) anlaşılır ve doğru anlam yakalanabilirdi.
Buna göre ayet şöyle çevrilebilirdi: “Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayarak tartışmasını sürdürür.”
3.
Tekâsür /1-أَلْھَاكُمُ التَّكَاثُرُحَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ “ : 2 ”
Elmalılı: “Ta… ziyaret edişinize kadar kabirleri”
Çantay: “…tâ kabirler (e kadar gidip) ziyaret etdiniz.”
Gölpınarlı: “Ziyâret edinceye dek kabirleri.”
Karaman vd.: “…nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.”
Y. N. Öztürk: “Öyle ki, ziyaret edip saydınız kabirleri.”
Ünal: “O kadar ki, kabirlere kadar uzanıp, onları da hesaba katar oldunuz.”
Döndüren: “Çoğaltma yarışı sizi oyalıyor. Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.”
İkinci ayet, “Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.” şeklinde lafzen çevrilerek sûre ve ayetin vermek istediği mesaj adeta yok edilmiştir. Oysa bu ayetteki زرتم المقابر ifadesi, “ölmek”ten kinaye olup, Araplar ölen kimseler hakkında “zâre kabrehû” derler.(10)
Kısaca, bu ayetin mesajı, ölünceye, yani mezara girene kadar(11) mal-mülk biriktirme ve arttırma ihtirası bütün benliklerini kuşatan gafilleri uyarmaya yöneliktir. Surenin geri kalan kısmı da bu mesajla bütünlük oluşturmaktadır.
Buna göre 1 ve 2. ayetler birlikte şöyle çevrilebilirdi:
“Ölüp kabirlere girinceye kadar çoklukla övünme sizi oyaladı / oyalayacaktır.”
Mevcut meallerdeki en önemli hatalardan bir diğeri ise Türkçenin yeterince bilinip kullanılamamasıdır. Bu çalışma boyunca verilen örneklerde de görüleceği gibi, ayetlerin lafızları ya olduğu gibi korunmakta, ya da deyimsel oluşları hiç hesaba katılmadan aktarılmaktadır. Bütün bunlar, belki de ilâhî kelama müdahale gibi algılandığı için lafzen çevrilmektedir. Bir başka neden de Arapça’nın diğer dillerden üstün oluşu, dolayısıyla diğer dillere tam olarak çevrilemeyeceği düşüncesi olabilir.
Mevcut meallerin neredeyse tamamında; A’râf/26’da “Libâs indirdik” , Zümer/6’da “Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirmiştir” , Hadîd/25’de “Biz demiri de indirdik” şeklindeki çeviriler bir Türk okuyucusunun zihninde Allah’ın elbise, hayvan ve demiri semadan/ gökyüzünden indirdiğini çağrıştırır. Meallerde “indirmek” olarak çevrilen fiilin aslı “enzele”dir. Her ne kadar “enzele” fiilinin yaygın anlamı “indirmek” ise de, bu kelime “lütfetmek, ikram etmek, bahşetmek, vermek”(12) gibi anlamlara da gelmektedir. Bu anlamlar kelimelerin kullanıldıkları bağlamlarından rahatlıkla çıkartılabilir. Burada da “bahşetmek” anlamındadır. Türkçede böyle cümleler kurul(a)maz. Türkçede elbise, hayvan, demir gibi nesneler “indirme” fiili ile değil, “vermek, bahşetmek, ihsan etmek, ikram etmek” fiilleri ile birlikte kullanılır. Zira bunlar gökten / yukarıdan indirilen birer nesne değildir!
Bu duruma örnek teşkil eden bir diğer ayet ise; Kehf/11 ayetidir;
فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا
Bu ayet mevcut meallerin hemen tamamında, “Kulakları üzerine vurduk” , “kulaklarına perde vurduk” , “Kulaklarına ağırlık vurduk” , “Kulakları üzerine yatırdık” şeklinde çevrilmiştir.
Ayette geçen فضربنا على آذانھم (Fe darabnâ alâ âzânihim…) ibaresi Türkçede kullanılmayan bir tarzda çevrilerek kaynak metinde dinamik olan ibare, hedef dil Türkçeye aynı dinamiklikle aktarılamamıştır. Literal olarak çevrildiği için ayetin demek istediği anlam zayi edilmiştir. Oysa bu ifade uyutmaktan kinayedir.(13) Buna göre ayetin bu kısmının çevirisi şöyle olabilirdi: “Onları mağarada yıllarca derin bir uykuya daldırdık/yatırdık.”
Yine örnek olarak zikredebileceğimiz bir başka ayet Hacc / 11 ayetidir.
Hac /1وَمِنَ النَّاسِ مَن يَعْبُدُ للهََّ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ “ : 1”
Bu ayet mevcut meallerden bazılarında nasıl çevrilmiş önce onu görelim;
Elmalılı: “Nâstan kimi de Allaha kıyıdan kıyıya ibadet eder…”
Çantay: “… Allaha, (dîninin) yalınız bir taraf(ın)dan (tutub), ibâdet eder.”
Ateş: “İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan, ibâdet eder.”
Karaman vd.: “İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder.”
Altuntaş-Şahin: “… Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder.”
Bulaç: “İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder.”
Y. N. Öztürk: “İnsanlardan bazısı da Allah’a kıyıdan kıyıya ibadet eder.”
Hamidullah: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kulluğu sınırda tutar…”
“Allah’a kıyıdan kıyıya, bir kenardan, yalnız bir yönden, kıyıdan kenardan, bir ucundan ibadet etme ve kulluğu sınırda tutma” şekillerinde çevrilen ayetin bu kısmından Kur’ân’ı meallerden öğrenmeye çalışan kimseler ayetin ne demek istediğini anlayamazlar. Bu tür çeviriler bir Türk okura hiçbir şey demez. Çünkü bu meallerden hemen hiçbir şey anlaşılmamaktadır. Ayetteki على حرف kelimesine ‘sınır, yön, kenar, kıyı, uç’ anlamları yüklenmiştir. Arapça’da “harf” kelimesinin anlamlarından biri de bunlardır. Fakat على حرف “kararsız, mütereddit, ikircikli” anlamında deyimsel bir ifadedir.(14) Dolayısıyla bu ifade, kulluğun/ibadetin Allah’a tam bir güven ve içselleştirilmiş bir inançla değil de şüphe ve tereddütle edildiğini temsili olarak anlatmaktadır. Bu tipler, ordunun arka taraflarında bulunup zafer veya ganimet sezdiğinde yerinde kalan, aksi halde kaçan kimselere benzer.(15) Aslında bunlar, ikiyüzlü kişiliksiz münafıklar olup imanla inkâr arasında bocalayıp dururlar. Kısaca, böylelerinin inancı pamuk ipliğine, ibadeti de hayatta rahat etme şartına bağlıdır. Eğer işleri yolunda giderse Allah’la arası iyi olup ibadet eder, değilse ibadeti terk eder. Doğru anlam aynı ayetin devamından rahatlıkla tespit edilebilir. Zira ayetin devamı, على حرف kısmını tefsir etmektedir. Yani, münafık karakterli bir kişi, başına bir iyilik gelse ondan hoşnut olur; ama başına bir musibet geldiğinde hemen iman ve ibadetten uzaklaşır.
Bir başka örnek, Vâkıa sûresinin 8-9 ayetleridir.
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِوَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَ ةِ
Önce ayetlerin mevcut meallerdeki çevirilerini görelim;
Elmalılı: “Ki sağda “Ashab-ı Meymene”:… Solda “Ashab-ı Meş’eme” …”
Çantay: “Sağcılar (a gelince:)… Solcular (a gelince:)…”
Gölpınarlı: “Sağ taraf ehli, … Ve sol taraf ehli, ama ne de sol taraf ehli.”
Karaman vd.: “Sağdakiler, … Soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!”
Yıldırım: “Ashab-ı yemin ki ne ashab-ı yemin! Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal!”
Altuntaş-Şahin: “Ahiret mutluluğuna erenler var ya; Kötülüğe batanlara gelince…”
Bulaç: “Ashab-ı Meymene”, “Ashab-ı Meş’eme”
Y. N. Öztürk: “İşte uğur ve mutluluk yâranı. Nedir uğur ve mutluluk yâranı? İşte şomluk ve bunalım yâranı. Nedir şomluk ve bunalım yâranı?”
Esed: “Kiminiz doğruyu bulmuşlardan olacak… Ve kiminiz kötülüğe batmışlardan olacak. Ah! ne (mutsuz) kimselerdir kötülüğe batmış olanlar!”
Hamidullah: “Sağın adamları, -ve kimdir o sağın adamları?- Ve solun adamları, -ve kimdir solun adamları?”
Dumlu-Elmalı: “Sağ taraftaki mutlu kişiler, ne iyi olacak onların halleri! Sol taraftaki mutsuz kişiler, ne kötü olacak onların halleri!”
İslamoğlu: “Bir bahtiyar kampa dahil olan kesim olacak, ama ne büyük bahtiyarlık! “Bir de bedbaht kampa dahil olan kesim olacak, ama ne felaket bir bedbahtlık! …”
Bu meallerin hemen hiçbiri ayetlerin mesajlarını yansıtamamaktadır. Hiç Türkçeleştirilmeden olduğu gibi aktaranlar meal yapmış sayılmazlar. Bir dönemin siyasi yapılanmasını çağrıştıran bu ayetlerdeki أصحاب الميمنة tamlaması, amel defterleri sağ taraflarından verilip cennetlik olacakları, buna karşın أصحاب المشأمة tamlaması ise, amel defterleri sol taraftan verilip cehennemlik olacakları ifade etmektedir.(16)
Bu bilgiler ışığı altında “fe”nin de tefsir harfi olduğunu dikkate alarak ayetler şöyle çevrilebilirdi: “Amel defterleri sağından verilenler, ne mutlu onlara! Amel defterleri sol tarafından verilenler, yazıklar olsun onlara!”
Yine bir başka örnek, Mümtehîne / 12 ayetidir;
“وَلَا يَأْتِينَ بِبُھْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيھِنَّ وَأَرْجُلِھِنَّ”
Çantay: “…elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri”
Ateş: “elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri…”
Bulaç: “elleri ve ayakları arasında bir iftira düzüp uydurmamak…”
Y. N. Öztürk: “elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ortaya sürmemeleri”
Hamidullah: “elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek”
Akdemir: “elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek”
İslamoğlu: “elleri ve ayakları arasında yalan düzüp koşarak iftira atmayacaklarına”
Görüldüğü gibi bu çevirilerle ayeti ve mesajını anlamak mümkün değildir. Çünkü Türkçe’de böyle ifadeler kullanılmaz. “Eller” ve “ayaklar” genellikle gayr-i meşru çocuğa hamledilmiştir. Bu görüş bazı müfessirlerin görüşleriyle de örtüşmektedir. Burada kastedilen zina değildir. Zina, aynı ayette açık seçik olarak zaten dile getirilmiştir.(17) “Eller”i ve “ayaklar”ı bedenin salt iki uzvu olarak değil de; bütün vücudu ya da kişiyi temsil eden semboller olarak algılamak daha doğrudur. Çünkü bu tip ifadeler, yani bir şeyin bir parçasının zikredilip ama tamamının kastedilmesi (zikri cüz irâde-i kül) mecâz-ı mürsel’in kısımlarındandır. Burada da insan vücudunun kısımlarından olan “el ve ayak” zikredilmiş ama insanın kendisi kastedilmiştir. Bunun örnekleri Kur’an’da pek çoktur.(18)
Kısaca, ayetteki ifade iftira sayılabilecek her türlü davranışı içermektedir. Çünkü fiille işlenen kimi günahlara değinildikten sonra, burada müminlerin, başkasını çekiştirme, koğuculuk yapma, namusa dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekârlık yapma gibi sözlü olarak işlenen günahlardan da sakındırıldığı anlaşılmaktadır.(19)
Yine bu duruma örnek teşkil eden – ve çok bilinen- bir örnek olarak Kalem / 42 ayetine değinelim;
Kalem / 42; “ يَوْمَ يُكْشَفُ عَن سَاقٍ ”
Elmalılı: “O gün ki saktan bir keşf olunur…”
Çantay: “(Hatırla ki o gün) baldır (lar) ın açılacağı…”
Ateş: “Bacaktan açılacağı (paçanın sıvanacağı, işlerin güçleşeceği)…”
Karaman vd., Döndüren: “O gün incikten / incik açılır…”
Hamidullah: “O gün onlara incik açılacak…”
Altuntaş-Şahin: “Baldırların açılacağı (işlerin zorlaşacağı)…”
Bulaç: “Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı…”
Y. N. Öztürk: “Baldırın çıplak kalacağı…”
Akdemir: “Baldırın açılacağı…”
Bu meallerin hemen hiç biri okura ayetin ne demek istediği mesajı verememektedir. يكشف عن ساق ifadesi deyimsel bir ifade olup o gün özellikle kâfirler için işlerin çok zor olacağını anlatmaktadır.(20) Bu deyim Arapların كشفت الحرب عن ساقھا yani “Savaş kızıştı.” kullanımlarından gelmektedir.(21) Bu deyimin Türkçe’mizdeki “paçaların tutuşması”na karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Bu ifade, Kıyamet sonrası hiçbir gizliliğin saklı kalmayıp her şeyin ayan beyan ortaya çıkacağı gün yüce Allah’ın karşısında kâfirlerin paçalarının tutuşacağını, hallerinin çok yaman, sorgularının çok çetin geçeceğini dile getirmektedir.
(Devam edecek)
Şükrü Yaşar
22.10.2016
Dipnotlar
1- Meâllerin Dünyası , Millî Gazete – 22 Ocak 2011 https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/meallerin-dunyasi/
2- Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, yy., 1976, I, 23; Zerkânî, Menâhilü’l-İrfân, Beyrut 1986. II, 111. (trc Zülfikar Durmuş)
3- Mennâ’u’l-Kettân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’an, Beyrut 1987, s. 313(trc Mustafa Öztürk); Akşit Göktürk, Çeviri: Dillerin Dili, s. 18.
4- Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1989, s. 217; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, I, 29.
5- Eroğlu, Ali, Tarihte Tefsir Hareketi ve Tefsir Anlayışları, Erzurum 2002, s. 7.
6- Zehebî, I, 24-25. Ayrıca bk. Zerkânî, II, 113-114; Mennâ’u’l-Kattân, s. 314.
7- Buhârî, “Tefsir Sûre 2”, 28.
8- Daha geniş bilgi için bk. Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur’ân’ı Tefsiri, İstanbul 1983, s. 293-294.
9- Bk. İbn Kuteybe, Tefsîru Garîbi’l-Kur’an, Beyrut 1978, s. 290(trc Ali Eroğlu); Zemahşerî, III, 146(trc Öztürk); Râzî, VIII, 207(trc); Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl, Beyrut 1988, II, 84.(trc.)
10- Bk. Zemahşerî, IV, 791-792; Râzî, XI, 271-272; Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1996, XX, 116; Beyzâvî, II, 618; Sâbûnî, III, 598.(trc.)
11- İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, İstanbul 1984, VIII, 494.
12- Bk. Cevherî, es-Sıhâh, Kahire 1982, V, 1828-1829.(trc Zülfikar Durmuş)
13- İbn Kuteybe, Garîbü’l-Kur’an, s. 264(trc.); Kurtubî, X, 236(trc.); Beyzâvî, II, 5(trc.); Âlûsî, VIII, 202.(trc.)
14- Bk. Kurtubî, XII, 13(trc); Mahallî-Suyûtî, Tefsîru’l-Celâleyn, İstanbul, ts., II, 38(trc).
15- Âlûsî, IX, 119.
16- Zemahşerî, IV, 456 (terc.); Beyzâvî, II, 459(terc.); İbn Kesîr, VII, 489(terc.); Nesefî, IV, 214-215.(terc)
17- Elmalılı, VII, 4918.
18- Bk. Bakara 2/144; Âl-i İmrân 3/20; Yâsîn 36/71; Rahmân 55/27; Mümtehine 60/12; Cum’a 62/7.
19- Kur’an Yolu, V, 327.
20- Bk. İbn Kuteybe, Garîbü’l-Kur’an, s. 481; Cevherî, IV, 1499.
21- İsfahânî, s. 363.