Muhammed Abduh ve 2. Abdülhamit Dönemi Şimşirgil Hocadan
Sultan II. Abdülhamid Han’ı anlamak için öncelikle onun yıkılmasında birinci derecede önemli rol oynayan ve bilhassa kamuoyunu onun aleyhine çevirmekte etkin roller üstlenen Cemaleddin Afgani’yi tanımak lazım demiştim. Afgani’yi tanıdığınızda yanında kendisinin en büyük yardımcısını göreceksiniz. Günümüz Türkiye’sinde Afgani’den daha tesirli olan bu şahsı anlamayanlar da II. Abdülhamid Han’ı gerçekte anlayamazlar. Hatta içten ve samimi olarak sevemezler. Muhabbetleri ve sevgileri görüntüdedir.
Bu kişi Muhammed Abduh’tur. Abduh, 1849’da Mısır’da doğdu. İlk tahsilini Tanta’da yaptı. 1866’da Kahire’ye giderek Camiü’l-Ezher Medresesi’ne girdi. 1872’de Mısır’da Cemaleddin Afgani ile tanışıp, onun derslerine devam etti. Onun din ve siyasette ıslah adını verdiği reformcu fikirlerinin tesirinde kaldı. Yine onun yönlendirmesiyle Avrupalı müsteşriklerin felsefi fikir ve yorumlarla yazılmış kitaplarına yöneldi. Bu suretle İslam âlimlerinin nakli esas alıp, aklı onun hizmetçisi yapan yolundan ayrıldı! Dinî meselelerde İslam âlimlerine bağlı kalmadan kendi görüşüyle konuşmaya ve hüküm vermeye başladı…
Mısır’da kaldığı müddetçe, devamlı Cemaleddin Afgani’nin konferanslarını takip eden Abduh, kitaplar neşretmeye ve Mısır’ın önde gelen gazetelerinden El-Ahram’da yazılar yazmaya başladı. 1879’da Darü’l-ulum’a hoca olarak tayin edildi. Aynı yıl içinde dinî ve siyasi meselelerdeki zararlı fikirleri sebebiyle hocası Cemaleddin Afgani Mısır’dan sürülünce, o da köyüne gönderildi.
Mısır’da Hidiv İsmail Paşa çekilip, Hidiv Tevfik Paşa iktidara gelince, Muhammed Abduh önce Matbuat Gazetesi yazarlığına, daha sonra da Tahrir heyeti reisliğine (başyazarlığa) tayin edildi. 1883 sonlarında Afgani’nin daveti üzerine Paris’e gitti ve onunla el-Urvetü’l-vüska dergisini çıkarmaya başladı. Gazetenin, İslam dünyasında Arap milliyetçiliği fikirlerinin uyandırılmasında büyük tesiri oldu.
Sekiz ay sonra gazetenin yayını durdurulunca, Abduh’un, Mısır ve İslâm dünyasının kısa vadeli gayretlerle kurtarılamayacağı yönündeki kanaati pekişti ve bu konuda Afgani’den farklı bir yol izlemeye karar verdi. 1884 yılının sonlarında Tunus’a, oradan Beyrut’a geçti.
Beyrut’ta daha çok eğitim, kültür ve düşünce konularına yönelmeye ve dinler arası diyalog çalışmalarına önem vermeye başladı. Beyrut’taki evinde ve Mescidü’l-Ömerî’de siyer ve tefsir dersleri okuttu. Sultaniye Medresesi’nde dersler verdi.
1889’de tekrar Mısır’a döndü. Bir müddet sonra da Camiü’l-Ezher Medresesi idare heyetine girdi. Bu sırada masonluğun Ezher’e girmesini temin etti. Bütün dinlerdeki insanların kardeş olduklarını iddia etti. 1899’da İngilizlerin desteği ile Mısır Müftülüğüne getirildi.
Bu konuda en büyük destekçisi olan İngiltere’nin Mısır Sömürge Valisi Lord Cromer’in kendisi için söylediği şu söz ibretliktir:
“Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”
Abduh, 1903 yılında gittiği İngiltere’de filozof Herbert Spencer’le görüştü. Sidney Cockerell ve Edward Granville Browne eşliğinde Oxford ve Cambridge üniversitelerini de ziyaret edip incelemelerde bulundu. Bu gözlemleri ışığında Ezher’de birçok meselede reform niteliğinde kararlar aldı. Ders programlarını değiştirdi. Üniversite bölümündeki bir kısım temel dersleri kaldırttı. Osmanlı Devleti’nde Mason Mustafa Reşid Paşa’nın Tanzimat ile Osmanlı medreselerinde yaptığı gibi lise ve orta kısmındaki kitapların yüksek sınıflarda okutulmasını sağlayarak eğitim ve öğretimdeki kaliteyi düşürdü.
Şikâyetler üzerine 1905 yılında Ezher İdare Meclisi üyeliğinden ayrıldı. Aynı yıl hastalandı ve hava değişimi için gittiği İskenderiye’de 11 Temmuz 1905 tarihinde öldü. Cenaze namazı İskenderiye’de kılındıktan sonra naaşı devlet töreniyle Kahire’ye getirilerek defnedildi…
Hadis ayıklayıcısı
Abduh’un, fikirlerinde Ehl-i sünnet âlimlerince en büyük tenkide uğramış olan İbn-i Teymiyye’ye dayandığı görülüyordu. Bu itibarla onun en önemli vasfı büyük İslam âlimlerine husumeti idi. Asırlarca, medreselerde matematik, mantık, tarih ve coğrafya dersleri okutulduğu hâlde, İslam âlimlerinin bu ilimlerden haberleri olmadığını, İslam’ı anlayamadıklarını söyleyerek, onları gözden düşürmeye çalıştı. Her şeyi ben bilirim, tavrı içerisine girdi.
Bu zihniyet yapısı içerisindeki Abduh, İslam’ın bid’at ve hurafelerden arındırılması için mücadele ettiğini, din adına uydurulan hadislerin dinî anlayıştan dışlanması gerektiğini ve mezhepçi taassubun durdurulması gerektiğini savunuyordu.
Yine o, hadis nakledenlerin birçoğunu dar ve donuk düşünceli olarak vasıflandırmış Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerimden sonra en mühim kitap olarak gördükleri Buhari’de uydurma hadisler bulunduğunu iddia etmişti.
Günümüzde duyduğu her hadis-i şerife mevdu demeyi marifet sayan, bir hadise mevdu diyebilmek için gerekli şartları dahi bilmekten aciz zavallıların kaynağının, Abduh olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bakınız Abduh ve Afgani tesirinde kalan Mehmed Akif, bu düşünceleri nasıl şiire dökmüştür:
Yıkıp şeriatı bambaşka bir bina kurduk
Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk
Hadisi vaz’ ediyorken sevap uman bile var
Sevabı var mı imiş bir zaman gelir anlar
Lisan-ı paki nebiden yalanlar uyduruyor
Sıkılmadan da sevap işledim deyip duruyor
(Safahat, sf.274-275)
Şeriatı yıkan kim? Binlerce hadis uyduran kim? Uydurulan hadisler hangileri? Hadis vaz’ etmek sevap değil midir?.. Buyurun bu suallerin cevabını verebilirseniz verin! Günümüz mezhepsizlerine işte böyle gün doğmaktadır. İşine gelmeyen hadise mevdu de! Kur’ân-ı kerimi de kafana göre yorumla! Zira “Sen 21. asrın çocuğusun” ve hâşâ “Peygamber efendimiz zamanında bilgisayar, internet var mıydı?” deyip dur!
Dinler arası diyaloğun mimarı!
Abduh, “İslamiyet ve Nasraniyet” kitabında, “Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir” diyor. Londra’daki papaza yazdığı mektupta, “İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur” demektedir.
Yine İslamiyet ve Nasraniyet kitabında, “Bir kimseden, yüz bakımdan kâfirliği, bir bakımdan imanı bildiren bir söz işitilse, o kimse imanlı kabul edilir. Herhangi bir filozofun, fikir adamının yüz bakımdan kâfirliği gösterdiği hâlde, bir bakımdan imanı göstermeyen söz söylemeyeceğini düşünmek, ahmaklıktır. O hâlde, herkes imanlı bilinmelidir. İslamiyet’te ‘zındık’ kelimesi yoktur. Sonradan meydana çıkmıştır” demektedir.
Abduh, küfrü açıkça görülmeyen bir Müslümanın sözündeki bir iman, onu küfürden kurtarır, kaidesini yanlış anlatarak, bütün kâfirlere, filozoflara mümin demektedir!
Okuyucularımdan özellikle şu gerçeğe dikkat etmelerini isteyeceğim. Ehl-i sünnet dairesinden çıkan insanların genelde ortak bir özellikleri bulunmaktadır. Bunlar Müslümanların dışındaki insanları da cennete koyma noktasında müthiş bir gayret göstermektedirler. Neden acaba? Cennet ve cehennem bunların elinde mi? Dilediklerini koyup dilediklerini çıkarıyorlar! Yalnız bir gerçeği daha atlamayın! Hıristiyan ve Yahudileri şeksiz şüphesiz cennete alırlarken kendilerine karşı çıkan Müslümanları ise hiç acımadan evlerine ateşler yağdırıp ebedi ateşte bırakmaktan da çekinmezler. Bu hâl onların ortak vasıflarıdır.
Yıllarca “Abant Toplantıları”nda boy gösteren ve gençleri bilhassa FETÖ’ye yönlendiren Hayrettin Karaman, 28 Aralık 2017 tarihinde Pendik Belediyesi’nin desteğiyle “Muhammed Abduh” isimli bir eser bastırdı.
Aynı tarihte yine Pendik Belediyesinin desteğiyle Muammer Esen‘e de “Doğulu Bir Dâhi Bilgin: Cemaleddin Afgani” isimli eser yazdırıldı ve yüzlerce talebeye ücretsiz olarak dağıtıldı.
Şimdi şu suallere cevap arayalım:
Birinci soru: Bu eserleri okuyanlar Sultan II. Abdülhamid Han’ı anlayabilirler mi?
İkinci soru: Bu faaliyetler, fikir bazında FETÖ’nün ekmeğine yağ sürmek ve dinde diyalog denilen hareketi devam ettirmek değil midir?
TEFEKKÜR
Seni dû âlemde hacil düşürür
Kötülerle konup göçücü olma
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
25.02.2018 Türkiye Gazetesi
Bu haber 2377 defa okunmuştur.