Bâlâ-yı bâma çıkma çürük nerd-bân ile Kerkûkî Resûl Efendi Şâir ne güzel söylemiş: Dilini cenk meydanlarında düşmana karşı kullanılan “gürz” gibi kullanarak şuna-buna pervâsızca hücûm etmeye kalkma; Sakın ola ki, yüksek yerlere de çürük merdivenlerle çıkmaya çalışma; sonra o çürük merdiven kırılır ve kendini yerde kan revân içinde bulursun!.
“Bâlâ-yı bâma çıkma çürük nerd-bân ile” beytini, zayıf ve mesnedsiz delillerle ortaya çıkıp tafra satma, sonra hacîl duruma düşebilirsin, diye de anlamak mümkindir.
Yukarıdaki beyitten anlaşılması icap eden, aşağı-yukarı bu veya buna yakın bir şeyler olsa gerek.
Bundan bir müddet evvel, Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve arkadaşlarından bahsederek: “Bu Nasıl Bir Diyalog, Bu Gidiş Nereye?!.” serlevhalı iki makalemiz neşredilmişdi. Makalelerimizin her ikisi de aynı mâhiyette olup, birisi 16 daktilo sahifesi, diğeri ise bunun muhtasar bir kısmı olup 5 sahifeden ibâret idi. Prof. Karaman mezkûr makalelerimizden birisini okumuş olmalı ki, -hangisini okuduğunu tasrih etmiyor, ama muhtemelen 5 sahifelik olanı okumuş olsa gerek- Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde (22, 29, 31 Ağustos 08 târihlerinde), üç ayrı makale ile cevab verdiler. Prof. Karaman bu yazılarında; makalelerimizde tenkid mevzûu olan;
1- “Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 41);
2- “Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 35);
3- “Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 35);
4- “Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 36);
5- “Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i kitabla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 37);
6- “Ben diyorum ki, İslâm, Ehl-i kitâba, tek seçenek olarak –son dinin mensubu olma manasında- Müslüman olmaya çağırmıyor. ‘Hanifiyyet’ (Hz. İbrahim çizgisindeki tevhîde ve bu manada İslâm’a) çağırıyor.” (Hayred-din Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 37);
7- “Burada şu var, hani korkulan şey, böyle dersek, böyle inanırsak ‘Hıristiyan ve Musevi Müslüman olmaz’ deniyor, bundan endişe ediliyor.
-E olmazsa olmasın.
-Peki, ama Kur’ân bunları Müslüman olmaya davet ediyor.
-Acaba?” (Hayreddin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 36)
İfadeleri aynen tekrar ederek tesbitlerimizde farklı bir nakletme olmadığını, bunların kendi ifadeleri olduğunu kabul etmişlerdir. Bu nokta, bilhâssa bizim için çok mühim idi. Ancak hiç tereddüd etmeden bu ve emsâli “uçuk” diye tavsîf edebileceğimiz iddialarını teker teker ele alarak cevablayacağı yerde, hedef saptırarak meseleyi başka bir mecrâya taşımışdır: “Necât (ahirette kurtuluş) konusunda bir tartışma.”
Ve Prof. Karaman mevzûya şöyle devam ediyor:
“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37) Bu son ifadem meşhur necat (ebedi kurtuluş) meselesi ile ilgilidir.”
Ve hemen sözü “çağdaş âlimler”e bırakıyor:
“M. Abduh, Reşîd Riza ve Süleyman Ateş gibi çağımıza yakın veya çağdaş bazı alimlere göre ellerinde, aslı kısmen bozulmuş da olsa bir ilâhî kitap bulunan Hristiyanlar ve Yahudîler gibi Ehl-i kitab da, şirk koşmadan Allah’ın birliğine ve ahirete iman eder, salih amel işlerlerse, Son Peygamber’i de –bildikleri takdirde- inkar etmemek şartıyla ahirette kurtuluşa ererler”
Ve böylece makalemizin esâsı-nı teşkil eden husûslardan işine gelen tek nokta üzerinde duruyor ve diğerlerine hiç temas etmiyor.
Oysa biz yukarıda yedi madde olarak hulâsa ettiğimiz iddiâları zikrettikden sonra aynen şöyle demişdik:
“Yukarıdaki ifâde ve iddiâların, bu ümmetin on dört asırdan bu yana takarrur edip, kazıyye-i muhkeme hâlindeki kabûl, ic-mâ ve ittifaklarıyla yüzde yüz tezâd teşkil ettiğini söylemeye hiç de hâcet olmasa gerek. Zirâ, bunlar zarûriyyât-ı dîniyyeden olup, her müslümânın mutlaka bilmesi, imân ve ikrâr etmesi icâb eden husûsların başında gelmektedir. Bu makûle nev-zuhûr ifâde ve id-diâların tutarsızlığını isbât sadedinde zikredebileceğimiz o kadar çok âyet-i celîle ve hadîs-i şerif var ki… Şimdilik onları, bir başka makale mevzûu yapacağımızı va’dederek (Nitekim 16 sahifelik makalemizde 30 civarında âyet-i celîleden bahsederek, mezkûr iddiâların butlânını göstermeye ğayret etmişdik. Bkz. Ğurabâ, S. 4, Haziran 2008), sâdece sayın Karaman’ın üç arkadaşıyla müştereken hazırladıkları “Kur’ân Yolu Türkce Meâl ve Tefsîr”den yapacağımız iktibas ile iktifa etmek istiyoruz.”
Diyor ve şunları dile getiriyor idik:
“(…) Hz. Peygamber Selmân’ı çağırıp şöyle buyurdu: ‘Bu âyet (Bakara: 62) senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce Îsâ’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana imân etmezse o da helak olmuştur.’ (bkz. Taberî, I, 253-257). ” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2006, 2. baskı C. I, s. 135)
“Âl-i İmrân: 81
“Allah peygamberlerden, ‘Ben size kitab ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir rasûl size geldiğinde ona mutlaka imân edecek ve yardım edeceksiniz’ diyerek söz (ahd) almış, ‘Kabul ettiniz mi ve bu ahdimi üstlendiniz mi?’ dediğinde ‘Kabul ettik’ cevabını vermişler; bunun üzerine ‘O halde şâhit olun, ben de sizinle birlikte şâhitlik edenlerdenim’ buyurmuştu. ” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2003, C. I, s. 456)
“Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu ve “mîsâk”la ilgili âyetler dikkatle incelendiğinde görülür ki, burada kasdedilen bizzat peygamberlerden söz alınması değil, onların kendi ümmetlerinden Hz. Muhammed geldiğinde ona imân edeceklerine ve destek vereceklerine dâir söz almış olmalarıdır. (Taberî, III., 331-332; İbn Atıyye, I, 463-464; Râzî, VIII, 114-116) Bu bakış çerçevesinde kalmakla beraber söz verenlerin kapsamını daraltan iki yorum daha vardır: Burada kasdedilen, kendilerini peygamberlerin çocukları sayan İsrâiloğulları’ndan veya kendi kendilerini peygamberlik verilmeye daha lâyık gören Ehl-i kitab’dan alınan mîsâkdır. (Zemahşerî, I, 198)” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2003, C. 2, s. 457)
“…Ehl-i kitab’dan alınan mîsâkdır” cümlesine lütfen dikkat buyurula!.
Peki, kimdir bu “Ehl-i kitâb”? Günümüzdeki Hıristiyan ve Yahudiler değil midir? O halde sayın Karaman’ın:
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35)
İfâde ve iddiâsının, Âl-i İmrân: 81’de beyân buyurulan ilâhî hakikat karşısındaki vaziyetine ne buyuracaklar acaba?!.
“Keza Peygamberimiz (sallahü aleyhi ve selem)in Selmân (radıyallahu anh) a:
“(…) Bu âyet (Bakara: 62) senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce Îsâ’nın dini ve İslâm üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana imân etmezse o da helak olmuştur.’ (bkz. Taberî, I, 253-257). ” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2006, 2. baskı C. I, s. 135) buyurmasına ne diyecekler? Cidden son derece merak ediyoruz, bu husustaki cevabları ne olabilir acaba?!. (Prof. Karaman’ın, Afgânî, Abduh, Reşid Rıza, Süleyman Ateş gibi “çağdaş”ların sözlerinden başka sadra şifâ ne diyebileceklerini, cidden merak ediyoruz.)
“Âl-i İmrân: 187:
“Allah, kendilerine kitab verilenlerden, ‘Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu giz-lemeyeceksiniz’ diye sağlam söz (mîsâk) almıştı. Ama onlar bunu kulak ardı edip kitabı az bir dünyalıkla değiştiler. Karşılığında aldıkları ne kadar değersiz!” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2003, C. 2, s. 545)
Sayın Karaman’ın arkadaşlarıyla hazırladıkları “Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir”de, Âl-i İmrân: 187’nin tefsiri sadedinde şunlar ifâde edilmektedir:
“Mîsâk ‘yeminle pekiştirilerek verilen söz’ demektir. Yüce Allah gönderdiği kitabları insanlara tebliğ etme ve açıklama işini başta ilgili peygamber olmak üzere o dinin mensublarına emretmiştir; nitekim bu âyette bildirildiği üzere Tevrat’ta Yahudilerden, İncil’de de Hıristiyanlardan, kendilerine indirilen kitabı ve içindeki hükümleri –son peygamber (Hz. Muhammed s.a.v.) ve getireceği kitab (Kur’ân) hakkındaki bilgiler dahil olmak üzere insanlara açıklayacaklarına, onu gizlemeyeceklerine dair söz almıştı. (bilgi için bk. Bakara 2/40-42; Âl-i İmrân 3/81). Buna rağmen Yahudiler dünya menfaatini görünce Allah’a verdikleri sözü (mîsâk’ı) göz ardı ettiler; dünya menfaatlerini öne çıkararak vaadlerini unutup Hz. Muahammed’in (s.a.v.) son peygamber olduğu hakikatini gizlediler ve Allah’ın âyetlerini görme(me)zlikten geldiler. Gerçekten Yahudi tarihi, dinlerine bağlı kalacaklarına dair Allah’a verdikleri sözleri bozan zümrelerle doludur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm her fırsatta bunu vurgulamakta ve bundan dolayı Yahudileri kınamaktadır. (mesela bk. Bakara 263, 64, 84, 85, 100, 101; Nisâ 4/155; Mâide 5/70).
“Kendi dinlerine karşı sadakatsizlik gösteren (mesela bk. Çıkış, 16/13-30; Sayılar, 15/32-36, 12-50) ve peygamberlerini öldüren bir topluluğun Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini inkar etmeleri fazla yadırganacak bir husus sayılmaz. Hz. Peygamber (s.a.v.), onların kitablarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve son peygamber olduğu Tevrat ve İncil’de belirtilerek ona imân etmeleri emredildiği halde Yahudi bilginlerinin bunu bilme(me)zlikten gelip kendi kitablarını dahi hiçe sayarak Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği ile ilgili Tevrat âyetlerini dünya menfaati karşılığında göz ardı etmeleri onların karakterlerine uygun bir durumdur.” (Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Ankara 2003, C. 2, s. 548-549)
“Hz. Peygamber (s.a.v.), onların kitablarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve son peygamber olduğu Tevrat ve İncil’de belirtilerek ona imân etmeleri emredildiği halde …” cümlesini bir def’a daha okuduktan sonra; Prof. H. Karaman’ın;
“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mulaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35) ifâde ve iddiâsındaki (terbiyem icâbı “saçmalamayı” diyemiyorum) “te-zâd”ı dikkatlerinize arz etmek isterim. Acaba bu “tezâd”a sayın Karaman ne buyuracaklar?!.
Bir hususa daha temas etmek istiyorum:
“Sayın Karaman hocamız; “Hz. Peygamber (s.a.v.), onların kitablarını ve peygamberlerini tasdik ettiği, ayrıca kendisinin vasıfları ve son peygamber olduğu Tevrat ve İncil’de belirtilerek ona imân etmeleri emredildiği halde Yahudi bilginlerinin bunu bilme(me)zlikten gelip kendi kitablarını dahi hiçe say”dıkların-dan bahsederek “Yahudi bilginlerini” kınamaktadır. Ve bunda yerden göğe kadar da haklıdırlar. Ancak şu endişemin de mâzur görülmesini bilhâssa ifâde etmek isterim: Sakın, kendileri de Kur’ân daki Ehl-i kitab’ın, Peygamberimize (s.a.v.) imân etmelerini emreden âyetleri “bilmemezlikten gelerek” aynı vartaya düşmüş olmasın?!.
Hatırlatması bizden. Gerisini kendileri bilirler.”
Demek sûretiyle, hiç de hafife alınmayacak bir şekilde tenkid etmişdik. Prof. Karaman, bunların hiç birisine cevab vermiyor ve es geçiyor. Oysa söylediklerinden emin olan bir ilim adamı kendisine karşı tevcih edilen tenkid ve bilhâssa ithamlara karşı bir şeyler söyleme mevkiinde değil midir? Galiba “çırpınırsam, daha da batarım” gibi bir endişeye kapılarak, sükûtu tercih etmiş olsalar gerek.
İşte şâirin; “Bâlâ-yı bâma çıkma çürük nerd-bân ile” mısraıyle yaptığı hikmetli nasihati, Prof. Karaman’a hatırlatmanın tam yeri olsa gerek.
Şimdi bu noktada bir husûsu ifâde etmek isteriz ki, maksadımız, şununla-bununla fuzûlî cidâl ve münâkaşa etmek değildir. Gâyemiz sadece, kendilerini “müctehid” olarak vehmedenlerin, bu ümmetin on dört asırdır devâm eden kabûl ve ittifaklarını âdeta hiçe sayarak zihinleri teşviş edici beyân ve iddiâlara karşı, gücümüzün yettiği nisbette, Ehl-i Sünnete bağlı âlimlerimizin müel-lefât ve müdevvenâ-tına mürâcaat ederek, kazıyye-i muhkeme hâline gelmiş hakîkatleri ortaya koymakdan ibârettir. Bu, bir Müslüman olarak bizim hem vazîfe ve hem de mükellefiyetlerimizin en mühimlerinden birisi olsa gerek. Bu, hiç kimsenin gönül ve hâtırı için aslâ ihmâl edilemez. Maalesef günümüzde, Müslüman halkımızın nezîh imân ve akîdeleri, hiçbir devirde bu denlû teşevvüşe mâruz kalmamışdır. Ve birtakım dalâlet kılavuzları “çağdaş müfessir”, “çağdaş müceddid”, “ıslâhatcı” ve sâire gibi sahte ünvân ve sıfatlarla takdim ediliyor. Bunlar ileri sürülerek, insana ürperti veren iddiâlardan bahsedenler var. Bir Müslüman için Peygamberimiz aleyhisselâm’a i-mân etmek şart mıdır, değil midir… gibi süaller dolaşıyor ortalıkda.
Şimdi Prof. Karaman’a tekrar ve ısrarla soruyor ve cevab istiyoruz:
“Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.” diye iddia ediyorsunuz; buna dâir Kitab ve Sünnet’ten deliliniz nedir? Oysa, A’râf: 157 ve 158’inci âyet-i celîlerdeki İlâhî beyâna, husûsiyle de “De ki: Ey insanlar! Haberiniz olsun, ben size/sizin hepinize Allah’ın rasûlüyüm! (…) onun için gelin, imân edin Allah’a ve Rasûlüne /Allah’a ve Allah’ın bütün keli-mâtına (kelâmına) imân getiren o ümmî peygamber’e ve ittiba edin (uyun) ona ki hidâyete erebilesiniz!” (Kur’ân-ı Kerîm ve Meâli, Elmalılı Hamdi Yazır, s. 169) Dikkat buyurula, burada Peygamberimiz (s.a.v.)’e sadece “imân” edilmesi emredilmiyor, bununla beraber “ittibâ” edilmesi, ona tâbi olunması da emrediliyor. Yani hem “imân”, hem “ittibâ”…
“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar”
“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor” diye ortaya attığınız iddialarınızın cevabı da A’râf: 157 ve 158’inci âyet-i celîlerdeki İlâhî beyânda, hiçbir şübhe ve tereddüde mahal bırakmayacak kadar kat’î ve sarîhdir. Bu sarîh nassa rağmen “Müslümanların çoğu ‘Peygam-berin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” , “Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyaanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” diye ısrar etmenin hükmü karşısında ürperip titrememenin mümkin olmadığını hâssaten ifâde etmek isteriz. Bunları ben söylemiyorum, sâdece başkalarına âid olan sözleri naklediyorum, gibi mâzeretlere sığınmanızın da kabul edilir tarafının olmadığını lütfen kabul ediniz. Zira “ben diyorum ki…” diye başlayan “İslâm, Ehl-i kitâba, tek seçenek olarak –son dinin mensubu olma manasında- Müslüman olmaya çağırmıyor” cümleniz sizi ele veriyor.
“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” cümlesiyle ne kasdedi-liyor? Bu son derece tehlikeli ve muğlak bir ifâde. Peygamberimiz (s.a.v) in bize tebliğ buyurduğu bir tek din var; o da İslâm’dır. Allah (c.c.) ındinde makbul olan din de o dindir. “Dinleri teke indirgemek olmamalı” temenninizi nasıl izâh edeceksiniz?
“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor” diyorsunuz. Bu nasıl bir sözdür?!. Kur’ân: 57/7’de “İman edin Allah’a ve Rasûlüne de…” emrine ne diyorsunuz? Keza, Kur’ân: 64/8’de “Onun için siz Allah’a ve Rasûlüne ve indirdiğimiz nûr /(Kur’ân’)a iman ediniz ve Allah her ne yaparsanız haberdardır” buyurulmuyor mu?
“Ben diyorum ki, İslâm, Ehl-i kitâba, tek seçenek olarak –son dinin mensubu olma manasında- Müslüman olmaya çağırmıyor. ‘hanifiyyet’ (Hz. İbrahim çezgisin-deki tevhîde ve bu manada İslâm’a) çağırıyor.” Diyorsunuz. Buna göre, İslâm, cihân-şümûl bir din olmakdan çıkıp, muayyen bir veya bir birkaç kavme âid bir din hâline gelmiş olmuyor mu? Sizin İslâm anlayışınız bu mudur?
“Buarada şu var, hani korkulan şey, böyle dersek, böyle inanırsak ‘Hıristiyan ve Musevi Müslüman olmaz’ deniyor, bundan endişe ediliyor.
-E olmazsa olmasın.
-Peki, ama Kur’ân bunları Müslüman olmaya davet ediyor.
-Acaba?” diyorsunuz. Böylece “Kur’ân(ın) bunları (Hırıstiyan ve Musevileri) Müslüman olmaya davet”inden –en azından- şübhe ettiğinizi anlıyoruz. Bunun Kitab ve sünnetten delili nedir?
Mevlâmız izin verirse bu mevzûyla alakalı bir sonraki makalemizde, Prof. Karaman’ın “çağdaş âlimler” diye bahsettiği Cemâled-din Afgânî, M. Abduh, Reşid Rızâ, Süleyman Ateş, Musâ Bigiyef’den bahsedeceğiz. Tabii bu arada, Prof. Karaman’ın da “müctehid” mi, yoksa “mukallid” mi olduğunu öğrenmeye çalışacağız.
Herc ü Merc Anaforundaki Sahipsiz Müminler
Ortalık toz duman… Her türlü izler birbirine karışmış… Hava kalın bir sis perdesi altında… Görüş mesâfesi hayli azaldı… Bir karış önler bile görülememekte… Beyaz kurt beyaz koyun sürümüzün içinde değil, üç beş beyaz koyunumuz beyaz kurtlar sürüsünce ablukaya alınmış… Hiçbir zaman harcanamayacak olan ve telâfîsi bulunmayan kıymetler çok basit dünya hedefleri karşılığında kolayca ve hoyratça harcanabilmekte… Allah için çekilecek sıkıntılar ahmaklık, fedâkarlıklar da avanaklık görülüp gösterilmekte… İş kelimelerle anlatılamayacak kadar tehlikeli ve nâzik… Ama ne gam… Hiçbir hâyalin tâkat getiremeyeceği büyüklükte ve enginlikteki lütf-i ilâhî gibi bir sermâyemiz var… Tek işimiz, yapabildiğimizi yapmak, merhametinin buudları bilinemeyecek seviyede olan yegâne sahibimizle irtibâtı iyi kurmak ve kendimizi acındırmak… İşte size olmazların oldurulmasının tek şifresi…
“Herc u Merc/işlerin allak bullak ve karmakarışık olduğu zamanda ibâdet etmek (veya, “ibâdetün fîl-Herci vel fitneti/Herc’de ve fitne içinde küçük bir ibâdet[1]) bana hicret etmek gibidir..”[2] nebevî fermânı yanan ve kavrulan yüreklere serpilen bir can suyu…
Sayın Bay Hayrettin Karaman e-mail adresimize gönderdiği birkaç cümlelik kısa yazısında, “Aşağıya alacağım yazıyı yazan bir adamı muhatap almakla hata ettiğimi anladım, bundan önce yazdıklarıma da acıdım, keşke o kadar vakti de faydalı bir iş için harcasaydım” diyor. Sonra da sözlerine bilgi yanlışlıkları ve nakil hâinlikleriyle dolu fetvâsına karşı mecmûamızda yazılan bir makalenin netîcesini ekliyor.
Bu sözler acziyyetin beylik laflarla geçiştirilmeye çalışılmasından başka bir şey ifâde etmez. Zâhir ki O, muhâtab almak ve diyalog için son Nebiye ve Kur’ân’a îmân etmeyen Yehûdî ve Hristiyan aramaktadır.
Biz ise hamdolsun Mü’miniz.
Biz ve yazarımız Hüseyin Avnî Hocaefendi ise Karaman’ı muhâtab aldığımıza ve O’na harcadığımız zamânımıza ve soluklarımıza acımadık…
Allah celle celâlühû buyuruyor:
“Ey kâfirler!. Bu gün özür ileri sürmeyin,”[3] “Ey Ehl-i Kitâb!..Neden İbrâhîm hakkında cidâl yapıyorsunuz?.. Oysa Tevrât ve İncîl ancak ondan sonra indirildi. Akletseniz ya!…”,[4] “Ey Ehl-i Kitâb!… Neden Allah’ın âyetlerini yalanlamaktasınız?…”,[5] “Ey Ehl-i Kitâb!… Neden bile bile hakkı bâtıla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz?”[6]
Demek ki, Allah celle celâlühû kâfirlere hitâb ediyor ve onları muhâtab alıyor.
Yine Allah celle celâlühû buyuruyor:
“(Resûlüm) de ki, ey kâfirler!…”,[7] “Nitekim Fir’avn’a da bir Resûl gönderdik.”,[8] “(Ey Mûsâ ve Hârûn!) Fir’avn’a gidin.”[9]
Öyleyse, Allah celle celâlühû Resûlüne kâfirleri muhâtab almasını emrediyor.
“Görmedin mi, İbrâhîm ile Rabbi hakkında cidâl edeni. Hani İbrâhîm, Rabbim can veren ve öldüren zâttır, dedi. (O’nunla tartışan), ben de can veririm ve öldürürüm, dedi. İbrâhîm, Şübhesiz ki Allah güneşi doğudan getiriyor, hadi sen de batıdan getir, dedi…”[10]
O halde Allah celle celâlühû, Resûllerinin geri zekâlı kâfirleri bile muhâtab aldıklarını haber veriyor.
Dediğimiz, şunların bile muhâtab alınabileceğidir… Herkesin değişik mülâhazalarla bir şekilde muhâtab alınabileceğidir… Binâen aleyh kimse boşuna “kendisine şöyle şöyle denildiğini” söyleyerek tezâlluma/zulüm görmekten şikayet etmeye kalkışmasın…
Zehebî’nin Şeyhu’l-İslâm dediği, İmâm, Muhaddis ve Müctehid Sübkî, İbnu’l-Kayyim’e yazdığı es-Seyfu’s-Sakîl isimli reddiyesinin başında şöyle diyordu:
“Bu (reddiye yaptığım) akâid kitâbının beyitlerini yazan(İbnü’l-Kayyim)’in ismini ağzıma almaya değmez. Sözüm (tartışmam) keşke bir âlimle veya bir zâhidle, yahud dînini iyi koruyan veya haysiyyetini iyi muhafaza eden ve hakkı arayan biriyle olsaydı. Şu kadar var ki, kişi mü’minlerin inançlarını korumak için (ba’zan) câhillerle ve bid’atçılarla (da) konuşmaya/tartışmaya mecbûr kalıyor.”[11]
İmâm Sübkî böyle derken, hakîkaten çok mühim bir noktaya parmak basıyordu.
İmâm Celâleddîn Süyûtî de, şöyle diyor:
Şübhesiz ki Allah celle celâlühû, eşsiz ve yüce Kitâb’ında, İsrâil Oğulları’nın ve diğerlerinin haddi aşanlarının dediklerini ve inandıklarını hikaye etmiş ve onları, hakkı açıklamak ve hidâyet üzere olanlara yol göstermek için reddetmiş, alçaklıklarından dolayı bunu terk etmemiştir. Âlimler de buna uymuşlar ve onu yaptıkları şeyler husûsunda kendilerine delîl edinmişlerdir.[12]
Görülüyor ki, müctehidler, muhaddisler ve müfessirler, sapıkları ve hattâ kâfirleri de muhâtab alıyorlar.
İşte bütün bunlara dayanarak biz de Sayın Hayrettin Karaman’ı muhâtab aldık ve yanlışlarına karşı uzun uzun sözler sarfettik. Bâtıllarına karşı sarf ettiğimiz zaman ve nefeslere de acımıyoruz. İşin başında, netîcenin buralara varacağını zâten ğâlib bir zann ile biliyorduk.
“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimden[13] çevireceğim. Her bir âyeti görseler, onu tasdîk etmeyecekler. Rüşd (ve salâh) yolunu görseler, onu bir yol edinmeyecekler. Azgınlık/taşkınlık yolunu görseler, onu bir yol edinecekler…”[14]
Bu âyette anlatılanlar, kâfirler için kâmil ma’nâda, günahkâr mü’minler için kibirlenme vasfını üzerlerinde bulundurdukları nisbette tahakkuk eder.
Netîceye şaşırmadık; soluklarımıza ve zamanımıza da yanmadık…
Efgânî hakîkaten Bay Karaman’ın dediği gibi bir “İslâm âlimi” midir?!…
Bakınız O ne diyor:
“Kadın erkek eşitliği, örtünme emri ve bunun çiğnenmesi, kadın hakları vs. gibi meselelere gelince, bu konuda çok şey dinledim, birtakım makaleler ve risaleler okudum. Fakat size açıkça ifade edeyim ki, hiçbirinde açık bir görüşe, eşitlik talebinin veya örtünme emrinin çiğnenmesindeki amacın ya da bunun doğuracağı veyahut gerisinde yatan faydanın beyanına rastlamadım. Bana göre fuhşa vesile edinilmedikten sonra açılmakta bir sakınca yoktur.”
“(…) Örtünün kaldırılması meselesine gelince, bunun gerekliliğini dile getiren, bu konuda söz söyleyen ya da yazan hiç kimsenin onun en ufak bir yararından veya bizatihi örtünmeden kaynaklanan ya da onun gerisinde yatan bir faydadan bahsettiğini görmedim. Kadınlar sadece açılmakla yetinseler, daha evvel de dediğimiz gibi bunu fuhşa vesile edinmeseler, meselede tartışmayı gerektirecek bir şey kalmazdı.”
“(…) Kötülüğe vesile yapılmadıktan sonra açıklıkta bir beis yoktur.”[15]
Bu bir amelî mes’ele…
Bu sözler, “Efğânî’nin Muhâliflerinin” değil, âşıklarınca neşredilen ve tercüme edilen hâtıralarından alınma kendinin sözleri… Ama zarûreten bilinecek tartışma kabûl etmeyecek bir mes’ele…
Öte yanda “dinlerin birleştirilmesi” tezinin Ekber Şâh’dan sonraki temsilcilerinden Mısır’daki ilk fikir babasının Efğânî, tatbîkçisinin ve müteşebbis kahramanının Abduh, tebliğci ve takviyecisinin de Reşîd Rızâ olduğunu iddiâ edildiği gibi muhâliflerinden değil de sevdâlılarından olan Mahmûd Ebû Reyye’den de öğreniyoruz. O’nun “Dînullâhi Vâhid”/”Allahın dîni birdir” isimli Şeytânî vesvese ve iğvâlarla dolu kitabı, bu dediklerimizi inkâr edilemeyecek açıklıkla ortaya koymaktadır. O, Allahın dîninin tek olduğu ve isminin de İslâm olduğuna dâir inen âyetlerle gelen hadîsleri bu kitabına alıyor ve manalarını tahrîf ederek şeytânî bir muğalata/demagoji ile Mü’minleri saptırmaya çalışıyor. Bu ilâhî ve Nebevî kaynaklı söz elbette doğrudur; lâkin bununla varılmak istenen hedef bâtıl ve küfrü gerektiren bir hedeftir. Bunun Mü’minlerce doğru olan ma’nâsı, Nebîlerin tamâmının insanlara getirdikleri dînin îmân esasları aynıdır. Amelî esaslarda bulunan yine ilâhî irâdeye dayanan bir takım değişikler bu “bir olma”ya mâni’ değildir.
Bir Şerîatin önceki Şerîatları neshetmesi/hükümsüz kılması Yehûdîlerin ve onların izinden gidenlerin iddiâ ettikleri gibi akla ve nasslara ters düşmez. Allah hükmünü dilediği zamanla sınırlı kılıp, hikmetlerle farklı zamanlarda farklı hükümler vermekte fâil-i muhtârdır; bunda da kullarından icâzet almaya -hâşâ- muhtâc değildir. Bu, bir nebînin önceki Nebîyi, Kitâbını ve Sünnetini musaddık/doğrulayıcı olmasına iki bakımdan mâni’ değildir:
Birincisi: Akîde esasları birdir ve bu husûsda tasdîk kayıdsız şartsız ve mutlak olarak vardır.
İkincisi: Amelî mes’elelerde de bunların Allah’dan gelmeleri ve Allahın ta’yîn ettiği zamanlar için mer’î/geçerli oldukları tasdîk edilmektedir.
Ancak, sonraki zamanlar için ilâhî hikmet ve irâde îcabı bunlardan bir kısmının olduğu gibi bırakılması, bir parçasının tamâmen, bir takımının ise kısmen değiştirilmesinde îmân ve akıl sahiblerinin i’tirâz edebileceği en küçük bir nokta bile yoktur. Şu noktadaki i’tirâzlar ya beyinsiz câhiller veya Ehl-i Kitâbın maşası ve siyâsi tahâret bezleri ğâfil ve hâinlere âiddir. Evet, Tefsîrinin ma’nâsının tamâmını Abduh’dan aldığını söyleyen Reşid Rıza bunca te’vîl kabûl etmeyen ayetleri ve hadîsleri ile Ümmet’in icmâını ya inkâr veya tahrîf ederek Nesh’i inkâr edip bunun “musaddıklik” ile bağdaşmayacağını söyleyebilmiştir. Onun ve Üstâdının coğrafyamızdaki kötü kopyaları, kör taklidçileri ve sırılsıklam âşıklarının avâma ilim diye yutturdukları zırvalarının hangi kıymet-i harbiyyesi olabilir?!…
Mahmûd Ebû Reyye bakınız neler diyor:
“Ehl-i Kitâb ne müşriktirler ne de kâfirdirler.”[16]
Onun bu hususta kesin delilleri de varmış(!) Bunlardan biri de Ehl-i Kitâb’ın kestiğinin yenilebileceğine ve karısının alınabileceğine dâir inen âyetmiş(!)…Müslümanlardan onları kâfir sayanlara da çok üzülmüş ve içerlemiş… Son Nebiyi ve Kitâbı Kur’ânı inkâr etmeleri ve onlara îmân etmeleri mi? Basit… Bakın ne diyor:
“Müslümanların kendilerinin dışındaki dinlerin mensûblarıyla uyacakları en hayırlı şey, büyük allâme Seyyid Muhammed Reşîd Rıza’nın, Müslümanlardan olan farklı mez-hebler ve cinslerin, bir de diğer farklı dinler ve cinslerden olan kimselerin ittifâkı için koyduğu şu sağlam ve akla uyan kaideye uymaktır; başkası değildir:
Ortak olduğumuz hususlarda yardımlaşır, anlaşmazlık içinde olduğumuz hususlarda da birbirimizi ma’zûr görürüz.”[17]
Tanıdık bir şiâr/slogan!… Buna göre -meselâ- onlar, Nebîmizin peygamber olmadığına, Kitâbının uydurma olduğuna, Teslîs’in de hak olduğuna inanıyorlar ve biz de aksi i’tikadda isek, ortak noktalar arayacak ve onlarda yardımlaşacağız, şu anlaşmazlık halinde olduğumuz hususlarda ise birbirimizi mazeretli kabûl edeceğiz (!)…
[Dinler arasındaki farklılıklar]
“Dinler arasındaki farklılıklar onların kitâblarında yoktur; bunları ancak din tâcirleri ve Allahın âyetlerini az bir paha karşılığı değiştirenler yapmışlardır… Hey!.. Onların yapmakta oldukları kötüdür.”[18]
“Te’lîf ve Takrîb Cemiyeti…
Beyrût’ta Üstâz İmâm Muhammed ‘Abduh Pâris’ten oraya geri döndükten sonra, mevzûu üç semâvî dînin arasını yaklaştırmak, bu dîn mensûblarının aralarındaki ayrılıkları kaldırmak ve yabancılara en kısa yoldan İslâm’ı tanıtmak olan bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyet azası arasına Türklerin, Îrân’ın ve Hindistân’ın Müslümanlarından büyük âlimler[19] ve İngilizlerin büyüklerinden bazısını da katmıştı. Londra’daki azasının en büyüklerinden biri Qis İshâk Tayler idi. Hattâ O, (cemiyetin) oradaki da’vetçisiydi. Üstâz İmâm Muhammed Abduh onun/cemiyetin mevzûu ve tüzüğünün ilk fikir sâhibiydi.”[20]
“Geleceğin dîni…
Seyyid Muhammed Tevfîk şöyle dedi: Bir defasında Seyyid Cemâleddîn el-Efğânî’ye, geleceğin dîni nedir? diye sordum. Allah’ın Kitâbındaki şu âyettir, dedi: Şübhesiz ki îmân edenler, Yehûdî olanlar, Hristiyânlar ve Sâbiîler, bunlardan Allah’a ve Âhiret Günü’ne îmân edenler ve de Sâlih(iş)i işleyenler… İşte onlar içündür Rableri katındaki ecirleri. Onlara hiçbir korku yoktur; onlar mahzûn da olmayacaklar.
Seyyid Reşîd Rıza da şöyle dedi: Bu Mes’eleyi (Muhammed Tevfîk) Bekrî’den işittik. Önümüzde Seyyid’in O’na şöyle dediğini söyledi: ‘Bu âyeti (Kahire’de Ehrâmların bulunduğu mıntıka olan) Cîze’nin Ehrâmlarına nakşedin. Nihâyet müstakbel/gelecek onu tefsîr edecektir.’
Seyyid Cemâleddîn’in geleceğin dîni hakkındaki görüşü işte budur.
Sanki koca Filozofumuz basîretinin gözüyle gördü ki, insanlar ilimleri ve akıllarıyla dînî cinsiyetlerin yok olacağı, mezheb asabiyetinin kaybolacağı insanların kendilerini bir araya toplayacak bir dinde birleşeceği seviyeye erişeceklerdir.
Bu dînde üç temel esâs üzerinde duracaktır:
1-Allah’a îmân, 2-Hayatta sâlih/güzel ve elverişli iş, 3-Âhiret Günü’ne îmân…
Bunun ötesindeki ilimlerinin dışında kalan şeylerin işi ise Allah’a bırakılmıştır. Birbirlerini severek, kabûl edecek her bir kimse için hayır bulunacak iş üzerinde birbirleriyle yardımlaşarak, dünya hayatının saâdetinin uzun gölgesinde bununla yaşayacaklardır.
Aralarında bulunacak anlaşmazlık, düşmanlık, kızgınlık ve aşırı nefreti arkalarına atacaklardır. Çünki bu(lnar) onlara büyük bir zararı döndürecektir…[21]
Görüldüğü gibi günümüzdeki diyalog kahramanlarının düştüğü hıyânetin târihî temelleri, yakın geçmişteki dayandığı temeller de yine bu üç şövalye ve onları üstâd edinen eskiler… Piyonlarına diyaloglarda Teslîs’i bahis mevzûu etmeyin diye ta’lîmât veren alçakların bu hâinliği de orijinal değilmiş… Pisliklerin tamâmının adresi işte bu zındıklar…
Şu zındıklıkların sâhibine “İslâm âlimi” diyebilenin sıfatı ne olabilir? Bizim ehl-i insâfımıza, nâzik ve kibarlarımıza soruyoruz, bunun vasfı nedir?
Bir yanda bunlar…
Öte yanda da Resûlüllah’ın la’netlediği, O’na göre Lut kavminin habâsetinin küçük nümûnesi olan[22] “Küçük Livata”yı Onun Allah tarafından pâk kılınan evlâdı Ehl-i Beyt’e, Hazreti Ömer gibi büyük Sahâbiye ve Mücâhid gibi bir Selef âlimine yakıştıran… Bu irâdî -bağışlayın- pislik böcekliği işini, Mü’minler nezdinde hafifletmek için İmâm Şâfiî gibi bir Ehl-i Sünnet büyüğüne çamur sıçratmaya çalışan…[23] Şu Nebi diliyle Allah’ın la’netlediği işe haklı olarak sert bir şekilde karşı çıkanları utanmadan ve sıkılmadan “alçaklık” yaftasıyla yaftalayan harbi alçaklar…
Yine,
Abdestte ayağı meshetmenin İbnü Cerîr’in de mezhebi olduğunu söyleyerek O’na iftirâ eden şapkadan tavşan çıkaran hokus pokusçu artistler…[24] Bunlar ya tevbe edip düştükleri necâset çukurundan çıkacak ve ayaklarını kirleriyle bırakarak mü’minlerin burun direklerini sızlatmaktan vaz geçecekler veya çukurlarında boğulacaklar…
Bu mes’eleler -inşâallâh- ileriki sayılarımızda derinliğine işlenecek, câhillikler ve hâinlikler bütün çıplaklığı ile sergilenecektir.
Müslümanlarla ve dînleriyle bütün bir mübtezellikle uğraşılacak, buna sessiz ve kayıdsız kalınacak… Bu saldırılara bir şekilde cevâb verilince de “Müslümanlarla neden uğraşılıyor?” denilecek… Bu nasıl bir terâzi Yâ Hû?!… Yok öyle yağma!…
Dâhilde bu cinâyetler işlenirken, hâricde neler oluyor, neler!.. Diyalogçularımızın ve “dinleri” bir tâneye düşürmek için canhıraş feryadlarla yalınayak başı kabak bir o yana bir bu yana koşuşturan âşıklarımızın, kazara öldürülen birkaç İsrâilli çocuğa salya sümük ağlayan ve dünyaya mesajlar veren merhamet kahramanlarının, katliama tabi tutulan bütün bir Ümmetin akıtılan kanları karşısında yürekleri hiç mi müteessir olmuyor?!… Yoksa öldürülenlere ağlayabilmemiz için onların illâ da gayri Müslim olma şartı mı vardı?.. Veya bilmediğimiz başka bir şeyler mi var?… Şu öldürülen çoğu çocuk olan Mü’minler “uyuşturucu yahud silâh tâcirleri” idi de bizim mi haberimiz yoktu?… Yahud da bir alçağın dediği gibi, Allah adalet eder, onlar bunu hak etti mi denilip zulüm ve zâlimler ma’zûr mu gösterilmeye çalışılıyor?… İnsanların Allah’ın mutlak adâleti venâmütenâhî hikmetine nisbetle bir bir muâmeleyi hak etmesi yapılan zulmu meşrû’, zâlimi de ma’sûm mu kılardı?… Fitne/Allah’ın azab şeklindeki imtihân seli bazen mazlumları da önüne kattığını[25] Kur’ân’da okumadık mı yoksa?!… Peygamber katili olan zâlim yamyamları “eski bir medeniyetin mümessilleri” görüp göstermekle onların mümessilliğine soyunan… Böylece hâin ve alçak bir şekilde mü’minlerin cesetleri üzerinden yürüyüp kendilerine tâyin ettikleri hedefe yaklaşmaya çalışırken cehennemin ğayyâsına gümbür gümbür yuvarlanan beyinsizlere tevbe nasîb et Allâhım!… Olmayacaksa, onlara adâletinle muâmele et ve şerlerinden şu mazlûm Ümmet’i halâs eyle Allâhım!… İslâm perdesi altında pis nefsânî arzu ve dünyevî ihtırâsları uğruna İslâm’ı ve Müslümanları satabilirken senden korkmayı akıllarının ucuna bile getiremeyen zâlimleri sen uyandır Allahım!… Olmayacaksa adâlet ve intikâmınla haklarından sen gel Allâhım!…
İslâm coğrafyasındaki dînini, nâmusunu ve her bir değerini makam ve mevki aşkına satabilen Yahûdî ve himâyecisi Amerika zâlimlerinin, eyâlet vâlileri ve büro âmırlerini dahî uyandır ve tevbeye muvaffak eyle Allahım!.. Olmayacaksa onların da haklarından da sen gel yâ Rabbenâ!…
Sen, hikmetinle ve kudretinle Resûlünün elinde büyük bir mu’cize göstererek Fir’avn’ın sihirbazlarını tevbeye muvaffak ettin Allâhım!… Sen yine varsın Allâhım!.. En büyük Resûlünün mu’cizesini Ümmetinin sâlihleri elinde bir kerâmet sûretinde göster de şimdiki şu sihirbazları da yoluna döndür Allahım!… Olmayacaksa, şu musîbetlerden mazlum mü’minleri kurtar Allâhım!…
Efendiler!… Bu yapılanlar Âhirete inananların yapabilecekleri şeyler asla değildirler!…
Eyvâh!… Bu zilletimiz devâm edecek olursa, ileride senin yolunda olacak bir neslimiz kalmayacak, senin lütfunla kalsa bile şaysiyetli bir çocuğun anasının fâhişeliğinden utanması gibi bizim gibi şahsiyetsiz bir ecdâttan utanacaklar Allâhım!… Bizi bu zillet ve haysiyetsizlikten, neslimizi de yaşayacakları ardan kurtar Allahım!…
İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin, Allâhım!….
***
Bu sayımız biraz gecikmeli oldu. Fakat bundan sonra 2 ayda bir çıkacak olan mecmuamız yeni tarzı ve sürprizlerle karşınızda olacak. Mecmuamızı tab’a hazırlarken Siyonist İsrail kâfirleri Gazze’deki kardeşlerimize saldırdılar. Mevlâ Teâlâ’dan kardeşlerimize yardım etmesini, kafirlerin bu vahşi saldırılarını defedip zaferler bahşetmesini niyaz ediyoruz. Yeni bir Ğuraba’da görüşmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
[1] [Taberânî, Ma’kıl İbnü Yesâr’dan], El- Fethu’l-Kebîr:2/55
[2] [Müslim, Fiten:130, Tirmizî, Fiten:31,
İbnü Mâce, Fiten:14, Ahmed:5/25],
Mu’cem:7/83,
[3] Tahrîm:7
[4] Âlü ‘İmrân: 65
[5] Âlü ‘İmrân: 70
[6] Âlü ‘İmrân: 71
[7] Kâfirûn: 1
[8] Müzzemmil:15
[9] Tâhâ:43
[10] Bakara: 258
[11] Sübkî, es-Seyfu’s-Sakîl (Kevserî’nin Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim Tekmilesi ile): 20-21
[12] [İmâm Süyûtî’nin Et-Tenbie Bi Men Yeb’asühullâhu ‘Alâ Re’si Külli Mie isimli eserinden], Süyûtî’nin Keşfu’s Salsale isimli kitabına muhakkık tarafından yazılan mukaddime:49
[13] Mu’cize ve Kuran âyetlerini anlamak ve idrâk etmekten
[14] A’râf: 146.
[15] (Muhammed Mahzumî Paşa, Cemaleddin Afganî’nin Hatıraları, trc. Adem Yerinde, Klasik nşr., İstanbul, 1427 [2006], 82, 84 ve 354.s.)
[16] Dînullahi Vâhid: 74-76
[17] Dînullahi Vâhid:104
[18] Dînullahi Vâhid:108
[19] Doğrusu, bu büyük âlimlerin (!) kimler olduğunu merak ediyoruz.
[20] Mahmûd Ebû Reyye, Dînullahi Vâhid: 92
[21] Mahmûd Ebû Reyye, Dînullahi Vâhid: 126-128
[22] [Ahmed ve Bezzâr, İbnü Ömer(r.a.)’dan, Râvîleri sağlamdır.], Ez-Zevâcir: 2/24 (el-Matbaatü’l-Ezheriyye, 1325)
[23] Bu la’netlik iş, bir çok sahîh hadîsle yasaklanmış, Sahâbe’den ve Tâbiûn dan yapılan bir çok rivâyet, başka rivâyetlerde de görüleceği gibi bizzat kendilerince yalanlanmış, kimileri de Şia kaynaklarında bile yer alan (-bir çok nakil hâinliklerine ve saçmalıklara rağmen- bakınız: Tabâtabâî, el-Mîzân: 2/222-223) “arkadan ama önden” şeklindeki sahîh ve açık rivâyetlerle te’vîl edilmeye müsâiddir. Bir yanda âyetten bu mel’ûn işin meşrû’luğu çıkmayacağı i’tirâf edilirken diğer yanda sıhhat derecelerine hiç bakılmadan kat’î uydurma, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e dayanmayan aşağılarda kalan birkaç rivâyet nereden “Ehl-i Beyt’in genelinin mezhebi” oluyormuş?.. Ehl-i Beyt’in hangi imâmından bu husûsta sahîh ve yorum kaldırmayan rivâyet gelmiştir? Ca’fer-i Sâdık’tan “bir beis yoktur” şeklinde gelen rivâyetin yine O’ndan gelen “arkadan ama önden” rivâyetindeki ma’nâya yorulacağını Tabâtabâî bile i’tirâf etmektedir. (el-Mîzân: 2/222-223) Hattâ aynı yerde Ehl-i Beyt’den bunu yasaklayan rivâyetler de gelmiştir. (El-Mîzân: 2/222)
Tevâtür derecesinde sahîh olan rivâyetleri bile uydurma i’lân edebilen ilim sahtekârlarının bu sâbit olmayan, olsa bile yorum kaldıran rivâyetlerle Ehl-i Beyt’e necâset sıçratmaya kalkışmaları cidden ibret verici ve düşündürücüdür.
[24] İbnü Cerîr, “ayaklar yıkanmaz, meshedilirler” asla demiyor. Ona böyle bir görüşü isnâd etmek ya nakil hâinliğidir veya dediğini anlayamayacak seviyede câhilliktir; veyahut da birilerini körü körüne taklîddir. Çünki O, Tefsîrinde evvelâ ayakları yıkamak ma’nâsındaki Mütevâtir nasb kırâatini ve onun istikametindeki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e, Sahâbeye ve Tâbiûn imamlarına âid rivâyetleri kendi isnâdlarıyla serdettmiştir; sonra, Ona göre ayakları meshetmek ma’nâsı ifâde edecek olan yine Mütevâtir cer kırâati ve o ma’nadaki rivâyetleri getirmiştir. (10/52-61) Daha sonra, Allah’ın abdestte iki ayağın tamâmını su ile meshetmeyı emrettiğini (10/62) ama iki kırâatin de doğru ve güzel olduğunu, ancak cer kırâetinin evlâ olduğunu söylemiştir. (10/64) Çünki Ona göre bu cer kırâeti su ile meshetmek ma’nâsına gelecek böylece hem meshetmeyi hem de yıkamayı bulunduracaktir; Bu sebeble böyle bir abdest alacak olan kimse mesheden ve yıkayan ismini hekedecektir. Zîrâ, ayakları yıkamak, üzerlerine suyu akıtmak veya onlara su atmak, meshetmek ise eli veye onun yerini tutacak bir şeyi üzerlerinden geçirmekdir/yürütmekdir. Bir kimse bunu ayaklarına yaparsa, o (ayaklarını) “yıkayan ve mesheden”dir.
İbnü Cerîr şöyle diyor: İşte bu -meshetmenin anlatmış olduğum “ayakların tamâmını ve bir kısmını meshetmek demek olan iki ma’nâyı da ihtimâlde bulundurması”- sebebiyle kurrânın (okuyucuların) ;وَارجُِِِلَِِكُم=/ve ercüliküm nazmını okuyuşları değişik olmuştur. Bazıları,-Resûlüllah’dan ayakların tamâmını su ile meshetmeye dâir haberlerin birbirini te’yid ederek gelmesine rağmen- ayaklarda farz olanın yıkamak olduğu, mesh olmadığı kanaatiyle nasb, kimileri de yıkamak değil, meshetmek olduğu tevcîhiyle cerr olarak okumuştur.
Biz bu(kelime)nin te’vîlinde, bununla anlatılmak istenenin ayakların tamâmının su ile meshedilmesi olduğunu söyleyince, abdest alana ayaklarını eliyle veya elinin yerine geçebilecek bir şeyle meshetmeyip suya sokmakla iktifâ etmesini/yetinmesini mekrûh gören, mekrûh görmüştür. Bu mekrûh görmek, âyetin şu ;وَارجُِِِلَِِكُم=/kısmını ayakların -onları su ile yıkamakla beraber- tamâmını kaplayarak el veya onun yerini tutacak bir şey ile meshetmek manasına yormak yüzündendir.
(İbnü Cerîr bunu Tâvus’dan yaptığı bir rivâyetle de destekledikten sonra şöyle devâm etti:)
Bunu (meshetmeden yikamayı) câiz bulanlar, bu ;وَارجُِِِلَِِكُم=/kelimesinin yıkama ma’nâsında olduğu te’vîline gitmeleri sebebiyle câiz gördüler.
(İbnü Cerîr Hasen-i Basrî’den bunu ifâde eden iki rivâyet yaptıktan sonra yine devâm etti:)
Anlattığımız, ayakların tamâmını su ile meshetmek ve bir kısmını su ile meshetmek şeklindeki iki ma’nâ (da) meshetmek demek olunca, daha sonra (da) zikredeceğimiz delîller ile Allah’ın onların meshedilmesinden murâdının tamâmını meshetmek (ma’nâsı) sahih olunca, bununla tamamının mesh-edilmesinde yıkamak ve meshetmek ma’nâsı bulununca iki kırâatin ;َالاَرجُل=/”el-ercül”deki nasb ve cerr kırâetlerini kasdediyorum- okunmasının da doğruluğu apaçık olur. Çünki, ayakların su ile tamânının meshedilmesinde onların yıkanmaları, elin onların üzerinde yürütülmesinde de meshedilmeleri vardır. (10/62-63)
[25] Enfal: 25
Guraba Dergisi 10.Sayı
Bu haber 2834 defa okunmuştur.