Meridyen Derneği'nin ödül törenine Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da katılıyor ve konusu "Hadis ve Siret Araştırmaları" olan ödüllerde, "Hadis ve Sirete Hizmet Meridyen Özel Ödülü"nü İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman alıyor Tayyip Bey'in elinden… Ne güzel değil mi?
Ortalık dernekten, birlikten, vakıftan geçilmiyor.
Önce kulağa hoş geliyor. Hepsi fedakârca ve insanlığa hizmet için kurulmuş sorarsan…
Fakat “kumar”ı perdelemek için kurulmuş kuş çiçek böcek dernekleri bir tarafa, bu STK’ların önemli bir kısmı devlete dayanmak, devletle iş tutmak, belediyelerden vakıflardan beleşe yer koparıp faaliyet adı altında yöneticilerinin yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerine kaynak sağlamak, medyaya malzeme olmak, siyasilerle buluşmak gibi amaçlara hizmet ediyor.
Geçenlerde Türkiye Gazetesi yazarı Fatih Selek kardeşimizin bir analizini sitemize de taşımış ve şu çarpıcı tespitlere dikkat çekmiştik:
“Bu ödül meselesi Türklere has bir hastalık... Millet medyada adını duyurmak için kırk takla atıyor.
Bir dernek önceki gün 32 dalda, 35 kişi ve kuruma ödül vereceğini duyurdu. Adamlar makası öyle bir açık tutmuş ki... Ödül alacaklar arasında yılın ses sanatçısı da var, yılın fikir adamı da.
Bu işin ölçüsü, nizamı olur birader.
Yeni Şafak gazetesi "Arkadaşımızı ne için ödüllendirdiğiniz belli değil" diyerek muhabirlerine verilen "yılın en iyi muhabiri" ödülünü reddetti.
Bu arada belediyelerimizin de geri kalır yanı yok.
İki belediye, her sene birer hafta arayla radyoculara ödül dağıtıyor. Anlı şanlı salonları kapatıp Oscar'ı gölgede bırakan törenler düzenleniyorlar. Ve bu uğurda yüz binlerce lira harcıyorlar.
Çırağan'da gece düzenleyip, yılın magazin programını, yılın spor yorumcusunu seçen belediyelerimiz var.”
Selek çok haklı…
Bu ödül furyasının bir de “onur ödülü”, “üstün hizmet ödülü” tarzında bir çıkıntılığı da var ki, “kontenjan milletvekili” uygulamasına benzer bir kıyak ameliyesi.
Belki kıskançlıktan çatır çatır çatladığımdan yazıyorum kim bilir; hayatımda dandik bir plaket bile almadım.
Şaka bir yana, deneme üzerine bir dalda jüri oldum, yarışmayı düzenleyen arkadaşların işaretleri ve davranışları asabımı bozdu. Dolayısıyla bu işlerden her türlü uzak oluşumu fazilet sayıyorum.
Gelelim bu konuya tekrar neden zıpladığımıza…
“Birlik, beraberlik ve huzura en çok ihtiyaç duyduğumuz günler…” safsatasıyla arızalı durumları görmezden gelecek değiliz. Çünkü arızalı durumlar aslında birlik ve beraberliğimize kast eden hayal kırıkları barındırıyor.
Derneğin adı “Meridyen”…
Kurucuları ve yöneticilerinin tamamı bayan…
Danışma kurulunun tamamı bay! (Bayların bir kısmı Ankara ekolünden dememe gerek var mı?)
Ağırlık faaliyet sahası ise Peygamber Efendimiz ve sünnet yani hadis-i şerifler.
Bir de geleneksel ödülleri var: “Hadis ve Siret Araştırmaları”
Törende konuşan Meridyen Derneği Başkanı Melike Koç, derneğin sosyal bilimler alanında yapılan akademik çalışmaları desteklemek, Hazreti Muhammed'i en doğru şekilde anlamak ve anlatmak amacıyla kurulduğunu söylemiş.
İlk iki üç asırda kaynağa ve kaynağın şahitlerine çok yakınken yapılan araştırmaları ve çalışmaları sağlamlıktan uzak bulup, kaynaktan on dört asır sonra sırf akademik kibirle ve cumhuriyet müfredatının sınırlı ve sığ kariyeriyle tekrar kurcalamaya çalışmak ancak hadsizlik olarak görülmelidir.
Kadını her alana sokma gayretkeşliğinin bir sonucu olan bu faaliyetin “SonPeygamber.info” sitesinde yer alan doçent bir hanımefendinin kaleme aldığı bir yazıdan iki bölüm paylaşmak istiyorum:
“Ve ilâhî rahmetin yılda iki defa bir başka güzellikte tecelli ettiği bayram namazları… Ramazan ve Kurban Bayramlarının sabahında dualarla arınan, affa nail olan saflar… Peygamber Efendimiz bu nadide zamanlarda da kadınların cemaatle birlikte saf tutmasını ısrarla istiyor, genciyle yaşlısıyla, bekârıyla hatta âdetli olduğu için namaz kılamayacak durumda olanıyla bütün kadınların bayram sabahı namazgâha gelmesini emrediyordu. Âdetliler namaz kılanların biraz gerisinde duracak ama onlarla birlikte tekbir getirecek, dualara ortak olacak, bereketten nasibini alacaktı. Üzerine alacak bir örtüsü olmadığı için namaza katılamayacağını ifade eden bir hanıma, arkadaşından ödünç şal alarak gelmesini söyleyen Allah Rasûlü (sav)kadınıyla erkeğiyle içinde yaşadığı toplumun “insanına” değer verdiğini daha nasıl anlatabilirdi?
Peygamber mescidi, Müslüman toplumun bütün kodlarını içinde barındıran bir çekirdek gibiydi. Peygamber Efendimiz orada cemaate imamlık yapar, kendisine danışmaya gelenleri dinler, davalara dair kararlar verir, resmî heyetleri kabul eder, çocuklara isim koyup dua eder, folklorik gösterileri izler, şehrin sorunları hakkında konuşmalar yapardı. Dolayısıyla O, kadınları sadece ibadete değil, sosyal hayatın aktığı en canlı ortamda “var olmaya” davet ediyordu. Kimi zaman karanlıkta evden çıkmayı gerektirse de bu var oluşu engellememeleri için erkekleri uyarıyor, “Hanımlarınız geceleyin mescide gitmek için sizden izin istediğinde onlara izin verin” buyuruyordu. Böyle bir nebevî ikaz hemen uygulama alanına yansıyor, Hz. Âişe’nin ifadesiyle, “İnanan kadınlar örtülerine bürünerek Rasûlullah ile beraber sabah namazına katılıyor, namazı eda ettikten sonra da evlerine dönüyorlardı da henüz ortalık alaca karanlık olduğundan dolayı kimse onları tanıyamıyordu.”
Bu hanımefendilerin tavrı, “Gazali’yi okursak, evden dışarı çıkamayız!” diyen hanımefendinin bakış açısına denk düşüyor.
Neyse…
İşte bu Meridyen Derneği’nin ödül törenine Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da katılıyor ve konusu “Hadis ve Siret Araştırmaları” olan ödüllerde, “Hadis ve Sirete Hizmet Meridyen Özel Ödülü”nü İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman alıyor Tayyip Bey’in elinden…
Ne güzel değil mi?
Diyanet’in Kur’an Yolu Meali ve Tefsiri skandalının baş aktörlerinden olan Hayrettin Karaman’ı yakından tanıyalım: (Ayrıca bknz: http://www.medyamit.com/haber/1987/hediyesi-300-000-manevi-zarari-mezhepsizlik )
Hayrettin Karaman’ın bazı görüşlerini aynen sunuyor ve sonrasında hocası Ahmed Davutoğlu’nun değerlendirmesini arz ediyoruz:
Kaynak ve detaylı bilgi için: http://www.dintahripcileri.com
KARAMAN’IN DİYALOGÇU/ REFORMİST BEYANLARI:
Sahâbe-i Kirâm’ın ve ecdâdımızın yüzyıllar boyu ne için cihâd ettikleri düşünülmeden ‘Bütün insanların Müslüman olmaları; dînin, Kur’ân’ın hedefi değildir.’ (Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog, s. 41); ‘Müslümanların çoğu; Peygamberin, bütün dîn sâliklerini İslâm’a çağırdığına inanırlar.’ (Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog. s. 35)
‘Müslümanların çoğu; Peygamberin, bütün dîn sâliklerini İslâm’a çağırdığına inanırlar.’ (Hayrettin Karaman, a.g.e. s. 35)
Peygamberimiz, ‘Yahûdîler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.’ ‘Diyaloğun hedefi, tek bir dîne varmak, dînleri teke indirgemek olmamalı.’ (Hayrettin Karaman, a.g.e. s. 36)
‘Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i kitabla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a îmân, âhirete îmân ve amel-i sâlihtir.’ ‘Burada ‘Peygambere îmân edin’ demiyor.’ ‘…Kim Allah’a ve âhiret gününe (hakikaten) îmân edip sâlih amel işlerse, artık kendilerine bir korku yoktur ve onlar mahzûn olmazlar.’ (Mâide s. 69) (Hayrettin Karaman, Polemik Değil Diyalog 37)
‘Muaviye’yi sevmem, ama sövmem de… Ehl-i beyit sevgisi ile Muaviye sevgisi bir kalpte birleşmez!’ ‘Muaviye, meşru halîfe olan Hz. Ali’ye isyan etmiştir, âsidir! Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir hadîs-i şerîfi vardır; meşru idareye isyan edileceğini ve ehl-i beytinden şehitler ve mazlumlar çıkacağını söylemişti. Peygamberî bir ilhamla önceden ifade etmiştir bunu. Muaviye’nin Hz. Ali’ye isyanı, dînen de meşru değildir…’
‘Bir Hristiyan veya Musevi, “Hz. Muhammed’in de Allah’dan vahiy aldığına inanıyorum,” der. Sonra “bu peygamber (Hz. Muhammed) benden ne istiyor,” sorusunu sorar. Yani, “Ben bir Museviyim ya da Îseviyim, dinimi bırakıp şu ana kadar inandığım ve yaşadığım şeylerden tevbe edip Müslüman olmamı mı bekliyor? Yoksa başka bir beklentisi mi vardır? Ben diyorum ki, İslâm ulemâsı içinde, Kur’an-ı Kerim’e bakarak Peygamberimizin beklentisinin bundan ibaret olduğuna inanlar var.’
‘Peygamberimiz “Yahudi mutlaka Müslüman olsun!” demiyor, “Hıristiyan mutlaka Müslüman olsun!” demiyor. Diyor ki; “Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah’a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyler) beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler. Getirdiğim kitabı da şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete giderler” demiş oluyor.’
EHL-İ SÜNNET HOCASI AHMED DAVUTOĞLU’NUN “KARAMAN” DEĞERLENDİRMESİ:
Çıkardıkları Nesil dergisinin bir sayısında Mısırlı Reşid Rıza’mn kitabını sadeleştirmesi münasebetiyle kendisini ayıplayanlara cevap verirken ateş püskürüyordu.
Efendim, Reşid Rıza’nın “Telfîk-i Mezâhib” adlı eseri Türkçeye tercüme edildiği vakit kimse ses çıkarmamış, çünkü o zaman âlimler varmış, şimdi ise bir sürü yarasa kılıklı zavallılar kitap yazarak, röportaj yaparak, makaleler neşrederek itirazda bulunuyorlarmış.
Bu yarasa sürüsünün içinde hiç şüphesiz ben de varım. Belki sürünün başındayım. Çünkü reformcular hakkında hem kitap yazdım, hem röportaj yaptım, hem de makale neşrettim.
İşte o cevabında Karaman bize meydan okuyor “Kendilerine güvenirlerse çıksınlar karşımıza!” diyordu.
Demek ki; bir talebe, hem de milleti irşad iddiasıyla ortaya çıkan -kendi tabirlerince melekler kadar masum- bir talebe, hocasına bu derece açık meydan okuyabiliyor. Onu kendi huzuruna münazaraya davet edebiliyormuş!.. Doğrudan doğruya değilse bile dolaylı olarak hocasına yarasa diyebiliyormuş! Böyle masumluğa pes doğrusu.
Türkçemizde meşhur bir söz vardır: “Çırak ustayı geçer” derler. Bir talebenin hocasını geçtiği görülmemiş bir şey değildir. Bunu herkes bilir. Bu hâl hoca için küçüklük değil, bilakis büyüklüktür. O kıymetli talebeyi yetiştirmekle iftihar eder, herkes kendisine hayır duada bulunur. Keşke bizim Karaman’ımız da böyle talebelerden olsa; heyhat!..
O, bir üstadına hocam bile diyemeyecek kadar kibirli, hocasını yarasa sürüsüne katacak kadar edep ve terbiye garibi!.. “Kendilerine güvenirlerse çıksın karşımıza!” diyebilecek kadar cesur!.. Bu hâl bize Arapça bir cümleyi hatırlattı: “Küllü cesûrin câhilûn” derler. Her cesur cahildir manasına gelir.
Acaba bir gün tesadüfen Karaman’la karşılaşsak bana ne yapar dersiniz! Olsa olsa bazı sualler sorar. Ben de bilirsem cevaplarını verir, cevaplarımın kitaplardaki yerini kendisine gösteririm. Nitekim enstitüde talebe iken “Hülle” meselesinde bana itiraz etmiş; söylediklerimi doğru bulmamıştı. Kendisine: “Ben bunları kendi fikrim olarak söylemiyorum; kitapta böyle yazıyor” dediğimde, yine itiraz etmiş: “Böyle yerlerde biz içtihat etmeliyiz” demişti. Bunun üzerine: “Ben müçtehit değilim, içtihadı inşaallah siz yaparsınız, benim vazifem söylediklerimin doğru olduğunu size ispat etmektir” diyerek sınıftan çıkmış: odamdan Dürer kitabını alarak kendisine göndermiş, kitaptaki yerini yüksek sesle okumasını bir talebe vasıtasıyla tembih etmiştim. Okudu mu, okumadı mı bilmiyorum.
Bana sorduklarını bilmezsem; “Ben bu sualin cevabını hatırlamıyorum” derim. Bu bana hiç ağır gelmez. Bilakis fazilet kazandırır. Ulemamızın mütalâaları da bu merkezdedir. Uzun söze ne hacet, İmam-ı Mâlik Hazretlerine 40 sual sorulmuş da yalnız 4’üne cevap vermiş; 36’sına “Bilmiyorum” diye mukabele etmiştir. Dört mezhebin büyük müçtehitlerinden biri ve Mâliki mezhebinin imamı olan bu zat, 36 meseleye bilmiyorum cevabını verirse bize ne kalır? Bu hadise Hazret-i İmamın şanını düşürmüş müdür? Hâşâ! Bilakis yükseltmiştir. Çünkü Hazretin din babında ne derece ihtiyatlı ve takva sahibi olduğunu gösterir.
İmam-ı Mâlik Hazretleri o suallerin cevaplarını veremeyecek kimselerden değildi, ancak meseleler içtihat gerektiriyordu. O anda ise içtihada imkân yoktu. Bu sebeple bilmiyorum diye cevap vermişti, unutmamalı ki İmam-ı A’zam Hazretleri içtihadı bir meseleyi halletmek için koca bir ulema meclisinde bazen bir ay uğraşırdı.
Hayreddin Karaman’a hatırlatırım, senelerce evvel kendisinden Muhammed Abduh’un haklı, İmam-ı A’zam’ın haksız olduğunu gösteren bir tek mesele getirmesini istemiştim; cevap hâlâ gelmedi. Ben de hâlâ bekliyorum, evvelâ onu getirsin de başka meselelere sonra geçsin. Karşılaştığınız mecliste benim de kendisine bir şeyler sorabileceğimi ihtimalden uzak tutmasın.
Ben bir veya iki sualden fazla bir şey sormam, ancak sualimin cevabını Hanefî kitaplarından göstermesini isterim. Bu ciheti şimdiden kaydetsin!
Kendime güvenmeye gelince: İtiraf edeyim ki; ben Karaman’ın huzuruna çıkmaktan korkuyorum, ama ilmî cihetten mağlûp olurum diye değil! Bu baptaki âdetimi yukanda arz ettim. Ben neticenen kaba kuvvete müncer olmasından korkarım. Çünkü artık ihtiyarım, eski güç ve kuvvetim kalmadı.
Hayreddin Karaman, l Nisan 1977 tarihli Nesil dergisindeki “Zarurî Bir Açıklama” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Rakı ve biranın azı içilebilir demişiz. Kuyruklu yalan dedikleri bu olsa gerektir. Kişide Allah korkusu olmasa her şeyi söyler ve yapar… Biz tam aksini söyledik ve dedik ki: Bir iki müçtehit şarap dışındaki bazı müskiratın az miktarda içilebileceğini söylemişlerse de, bu cumhurun görüşüne, İslâm’ın ruhuna, şer’î delillere aykırıdır. Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.”
Bu sözlere biz de inanmak isterdik, şayet Karaman Efendi cürm-i meşhud hâlinde yakalanmasaydı! Hayreddin Karaman İslâm’da birlik ve fıkıh mezhepleri üzerine yazılı olarak yaptığı ve kendi el yazısı ile tashih ettiği bir röportajında: “Keza Hanefî mezhebine göre şarap dışındaki sarhoş edici içkilerden az miktarda içmek caizdir. Şafiî mezhebine göre değildir” diyor.
Röportaj elimizdedir.
Nesil dergisindeki yazısının son cümlesi doğrudur. Fakat röportajdaki: “Şarap dışındaki sarhoş edici içkilerden az miktarda içmek caizdir” sözü ne oluyor, sorarım. Bu bir kuyruklu yalan değil midir? Bu meselede Allah’tan korkmak kime düşer, Karaman’a mı yoksa ona itiraz eden gazeteciye mi?.. Lütfen cevap versin.
İşte görüyorsunuz muhterem okuyucularım. Kişide Allah korkusu olmazsa her şeyi yapıyor, hatta mezhep namına yalan da söyleyebiliyor!.. Evvelâ gözünü yumarak rastgele konuşuyor, sonra başı dara gelince: “Efendim, biz öyle demedik” diye inkâr ediyor, yahut: “Biz şöyle demek istedik” şeklinde tevile kaçıyor.
Cemâleddin-i Efgânî’lerin yolundan gidenlere reformcu diyenlerden biri de benim. Bunlann başkalarından temayüz ettikleri hususiyetlerinden biri kolaylıkla yalan söyleyebilmeleridir. Başlan sıkışınca da kolaylıkla tevile kaçarlar. Meselâ, Sultan Hamid merhumun maskara diye vasıflandırdığı Cemâleddin-i Efgânî “İslâmiyet vardığı yerde ilmi boğmuştur” diyebilmiştir. Bu yalandır. Hakikat tam tersinedir. Yâni İslâmiyet vardığı yerde ilme teşvik etmiştir. Çünkü İslâm’ın ilk emir “Oku!” diye başlar.
Mısırlı tilmizi Muhammmed Abduh, bir sürü Buharı hadisini inkâr etmiş: “Bunlar uydurmadır” demiştir. Bu da yalandır. Reşid Rıza ei-Menar’da Efgânî’nin ve Muhammed Abduh’un masonluktan döndüklerini iddia etmiş, Allah bilir ya, bu da yalan olsa gerektir. Çünkü ondan başka bu iddiayı kimse yapmamıştır. Ben Mısır’da beş buçuk sene kaldım. Abduh’u sevenlerle de sevmeyenlerle de görüştüm. Hiçbiri onun masonluktan döndüğünü iddia etmez, onu bu meselede aldandığını söylerlerdi. Hatta Abduh’u sevenlerden bir zatın Ezher mecmuasında bir makalesi vardır. Abduh’un masonluğundan esefle bahsetmiş, fakat döndüğünü söylememiştir. Karaman’da bu mecmuanın kolesiyonu vardır. İsterse arar bulur.
Analiz/ Murat Başaran
Bu haber 3349 defa okunmuştur.