Anadolu Platformu’nun 15.08.2017 tarihinde “12. Anadolu Buluşması” adıyla düzenlediği faaliyet kapsamında, Atasoy Müftüoğlu’yla gerçekleştirdiği “Hasbihal”, adı geçen kuruluşun sitesinde yayınlanmış. (http://www.anadoluplatformu.org/haberler/20604). Yayınlanan hasbihal, sosyal medyada oldukça ilgi çekti. Yapılan söyleşide Müftüoğlu, dini alan başta olmak üzere,sosyal, siyasal ve kültürel alanda pek çok problemin olduğunu iddia etmektedir. Bu iddialar içerisinde bizce isabetli olanlar varsa da İslam itikadına aykırı olduğunu düşündüğümüz usturuplu bazı ifadeler de mevcuttur.Ne var ki dinen sakıncalı olan bu ifadeler, nazarı dikkatten uzak kalmaktadır. Bu nedenle biz, Müftüoğlu’yla yapılan hasbihalde bazı ifadeleriirdelemek istedik.
Atasoy Müftüoğlu’nun, itikaditemeli teşkil eden ifadelerihariç, diğer iddialarınınbirçoğu doğru olabilir. Ancak bu noktada, “temeli yanlış olan şeyin nesi doğru?” derseniz, buna da doğru deriz!
Müftüoğlu’nun temel olarak sakınca içeren başlıca cümleleri şunlardır:
"İslam’ın ontolojik ve epistemolojik durumuyla ilgili bir proje şu anda yoktur."
"Bugün mezhepçiliğe, ehli sünnete, vurgu yapan bir söylem var. Ama bu söylemde İslam’ın kendisi yok."
"Gelenek bütünüyle kötü değil, ama geleneği din haline getiremeyiz."
"Neden Kur’an-ı Kerim’den bir değer sistemi, bir paradigma, bilgi felsefesi çıkaramıyoruz."
"Şunu da kabul edelim ki istismara açık bir beynimiz var, yüzyıllardır kandırılıyoruz. Peygamberin siyasi hayatı hakkında bir felsefe çıkaramıyoruz. Hâlâ sakalı şerif konuşuyoruz."
Bu İfadelerin Açılımı Ve Değerlendirmemiz:
Yukarıdaki ifadelerden anladığımız kadarıyla Müftüoğlu'nun istediği; 14 asırlıkİslami bilgi birikiminin İslam'ı yansıtmadığı, dolayısıyla, akılcı, çağdaş yeni bir dini anlayış geliştirilmesidir. Nereden çıkardın bunu, derseniz:
Yazar’ın,"İslam’ın ontolojik ve epistemolojik durumuyla ilgili bir proje şu anda yoktur" ifadesinin açılımını yaptığımızda, tek başına bu cümlenin bile başlı başına bir afet olduğunu görürüz. Şöyle ki:
Yazar Müftüoğlu, İslam’ın, ontolojik ve epistemolojik durumuyla ilgili bir projenin olmadığından söz etmekle, hali hazırdaki İslam’ın ontolojik ve epistemolojik yapısının olmadığına ya da sorunlu olduğuna işaret etmiş olmaktadır.
“Ontoloji”, varlıkbilimi demektir. Varlıkbilimi, bir şeyin var olup olmadığını veya varlığının mahiyetini inceleyen bilimdir. (S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Doğuş Matbaacılık, 1987, Ankara, s.194. Ayrıca bkz. Ahmet Cevizli, Felsefe Sözlüğü, Lord Matbaacılık, 2017, İstanbul, s. 329).
“Epistemoloji” ise bilgi nazariyesi anlamına gelir ve bilginin değeri, geçerliliği ve mantıksal kaynağını inceler. Dolayısıyla Epistemoloji, bilginin kaynağı ve geçerli olup olamadığı konusunda akıl, tecrübe ve sezgi vasıtalarıyla tenkit işlemi yürütür. (S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, s. 79, 80. Ayrıca bkz. Ahmet Cevizli, Felsefe Sözlüğü, Lord Matbaacılık, 2017, İstanbul, s. 158).
Buna göre, “İslam’ın ontoljik durumuyla ilgili bir projenin yokluğu”ndan söz etmek demek, İslam’ın “varlık” problemivar demektir. Dolayısıyla bu ifade, İslam’ın veya İslami bilginin varlığı hakkında en azından bir şüpheyi dile getirmektedir. Ne var ki, İslam’ın ve İslami bilginin varlığı, öncelikle Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Bunların varlığından şüphe ne derece ve kimin için mümkündür, siz düşünün?.. Kur’an’dan şüphe edilecekse, o zaman Kur’an’ın daha ilk başta, “zâlike’l-Kitabu lâ raybefîh/Bu Kur’an ki kendisinde en ufak bir şüphe yoktur (Bakara, 2/2)” diye haykırışı nerede kalacaktır?.. Peygamber (s.a.v.)’e subutiyeti gerçek olan sahih sünnetten şüphe edilecekse, o zaman da Kur’an’ın,iman edilmek ve kendisine itaat edilmek üzere Peygamber gönderildiği beyanları nerede kalacaktır?..
“İslam’ın epistemolojik durumuyla ilgili bir projenin yokluğu”ndan söz etmekise, İslami bilginin kaynak değerinin ve dolayısıyla İslami bilginin geçerli olup olmadığının belirsiz olması demektir. Buna göre elimizdeki İslami bilgi -ki kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir- şüpheli ya da geçersiz bilgi demektir. Elimizdeki İslami bilgi geçersiz veya şüpheli ise, bize geçmişten sağlam bilgi intikal etmemiş demektir. Bu şüpheye Kur’an ve Sünnet’in kendisi dedahil olabilir, hâşâ! Bugüne kadar bize sağlam bir dini bilgi gelmemişse, kötülediğiniz geçmiş birikimi de bir kenara atarsanız, o zaman siz sağlam bilgiyi nereden bulacaksınız?.. Bundan geriye, dini motif verilmiş toplum kabulleri ve yaşantısı ile “saksı-ı şerif” kalır! O da Fazlurrahman’ın“yaşayan sünneti”dir.Bu arada şunu belirtelim ki Müftüoğlu’nun, Diyanet çalışmalarından haberi yok demektir. Şayet haberi olsaydı, İslam’ın epistemolojik durumuyla ilgili bir projenin yokluğu”ndan,sanırım söz etmezdi…
İslami literatürdeki içtihadı bilginin tenkit edilmesinegenel olarak bir şey demiyoruz. Ancak bunu tenkit edecek ve yerine yenisini koyacak kimsenin de en az o içtihadı yapan kadar ehliyetli, liyakatli, takvalı ve ihlaslı olması gerekir.Bu şartlar, fıkıh usulü kitaplarımızda kayıtlıdır. Aksi halde naylon müçtehitlerle dinin bozulması ve din adına toplumun saptırılması kaçınılmaz olur.
Müftüoğlu’nun “Hasbihali”ndeki en basit çelişki, laik düzende dini özgürlüklerin kısıtlı olduğunun ifade edilmesi yanında, aynı ortamda Allah'a bağlı dini bir anlayışgeliştirme arzusu içinde olmaktır. Şayet özgür değilseniz, bu şartlar altında objektif/Allah’a bağlı bir dini anlayışı nasıl geliştirebileceksiniz?
Yukarıdaki alıntı ifadelere bakılırsa oluşturulmak istenen yeni dini anlayışının kaynağı sözde Kur'an olacaktır, dolayısıyla bu anlayışta sünnet yer almayacaktır…
Sünnet varmış gibi görünen diğer teklifte ise“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in siyasi hayatı hakkında felsefe çıkarmak” ifadesi yer almaktadır. Bundan anlaşılan, geçmiş İslami birikim yok sayılarak sünnetten, keyfi/çağdaş bir din anlayışı çıkarmaktır. Bu da yukarıda değindiğimiz gibi, Fazlurrahman'ın "yaşayan sünnet" dediği, "toplumun kabul ettiği ve toplumda yaşanabilendin süsü verilmiş hayat tarzı”ndan ibaret,sözde din anlayışıdır.
Yazar’ın, “Geleneğin tamamı kötü değil…” yaklaşımı ise, bu kadarcığıylaracon gereği söylenmiş olmalı. Dini kaynakları veya dini bilgi sistemini “gelenek” olarak adlandırmak, Hristiyanlıkkaynaklı bir yaklaşımdır. İslami bilginin ve kaynaklarının bu terimle özdeşleştirilmesi, yanlışın ve belki de ard niyetliliğin ilk adımı olabilir. İslami bilgi sistemimiz içerisindeki nassa dayalı hükümler şöyle dursun, içtihadi hükümleri bile biz, bir çırpıda yırtılıp atılıverecek “gelenek” ya da basit materyal olarak değerlendiremeyiz. Zira müçtehid olmayan kimse için, yetkili müçtehidin içtihadı da bağlayıcı dini bir mahiyet arz eder.
Yukarıda görüldüğü üzere Yazar ayrıca, “Ehl-i Sünnet”te İslam’ın kendisinin olmadığını” da dile getirmektedir. Halbuki Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve onun Ashabının yaşadığı dinin özüdür. Bu manada Ehl-i Sünnet, iddia edildiği gibi İslam’ın göreli bir anlayışından ibaret ve dar kalıplara sıkıştırılmış bir mezhep değildir. Bunun aksini iddia edenler, İslam’ın ana yolundan sapanlardır.
Ve “Sakal-ı Şerif”i konuşmayı çok gören bir anlayış!..
Yazar’ın yukarıdaki alıntılanan söylemlerinden kısaca anlaşılan, elimizde, hâşâ yanlış bir "Din"in olduğu ve bu dinin günümüze uymadığıdır.Bu yüzden de Yazar’a göre, İslami bilgi sisteminin geçerliliğinin yeniden gözden geçirilmesi ve günümüze uygun bir dini anlayışın icat edilmesi gerekmektedir (!). Sanki Allah, hâşâ, kıyamete kadar geçerli bir din gönderememiş de bu dinin yerine bu zamanda, hâşâ Allah’ı ve Peygamber’i tenkit eden teologlar ve filozoflar yeni bir “din” ortaya koyacaklar!
Apaçıktır ki, bu şekilde icat edilecek bir din, “ilahi” olamaz, olsa olsa“beşeri” olur. Halbuki Allah Teâlâ, kendi indirdiği “Son Din” den başka bir din kabul etmez. (Bkz. Ali İmran, 3/19, 85).
Öyleyse bu iddialara soyunanlar, Allah adına din uydurup Allah'a iftira atacaklarına, ortaya konulan sahte dinle insanları Hakk’tansaptırıp vebale gireceklerine, icat ettikleri dini kendi kendilerine yaşasınlar, insanlarıda kendi haline bıraksınlar ki, zamane şartlarına göre zor da olsa, belki onların içlerinden Allah'ın indirdiği dini yaşayanlar çıkar! Belki değil mutlaka çıkar! Onların bir kısmı günahkâr olsa bile, hiç değilse imanlarını koruyabilirler...
Öyle ki Din, insanlar onu kendilerine uydursunlar diye indirilmemiştir. Aksine, Din, insanlar ona inanıp uysunlar diye gönderilmiştir. Allah’ın emrettiği iman ve teslimiyet de budur. Kur’an’da Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)’ın teslimiyetini bunun için örnek vermiştir;yürürlükten kaldırılan semavi dinlerin, “kurtarıcılık”ta İslamiyet’e özdeş olduklarına işaret etmek için değil…(“Polemik Değil Diyalog” kitabına konu olan toplantıya katılanların kulakları çınlasın!). Kişinin veya toplumun kendi kendine icat ettiği dine tutunması, iman değil,olsa olsaşirk olur! Allah Teâlâ bizleri böyle bir afetten muhafaza buyursun!
29.08.2017
Dr. Ahmet Gelişgen
Bu haber 5567 defa okunmuştur.