KARAMAN'IN EHLİ SÜNNETE AYKIRI GÖRÜŞLERİNDEN BİR DERLEME


Açıklama: HAYRETTİN KARAMAN'IN EHLİ SÜNNETE AYKIRI GÖRÜŞLERİNDEN BİR DERLEME
Kategori: HAYRETTİN KARAMAN
Eklenme Tarihi: 12 Mart 2018
Geçerli Tarih: 29 Mart 2024, 01:44
Site: Reddiyeler.com - Ehli sünnet itikadı üzerine site
URL: http://www.reddiyeler.com/detay.asp?haberID=729



‘Muaviye`yi sevmem, ama sövmem de…

Ehl-i Beyt sevgisiyle Muaviye bir kalpte birleşmez!’

Sonra geniş bir şekilde olayları anlattı, özetle:

‘Muaviye meşru halife olan Hz. Ali`ye isyan etmiştir, âsidir! Peygamber Efendimizin bir hadis-i şerifi vardır; meşru idareye isyan edileceğini ve Ehl-i Beyt`inden şehitler ve mazlumlar çıkacağını söylemişti. Peygamberî bir ilhamla önceden ifade etmiştir bunu. Muaviye`nin Hz. Ali`ye isyanı dinen de meşru değildir…’
H.KARAMAN’IN POLEMİK DEĞİL DİYALOG KİTABINDAN: ‘Bütün insanların Müslüman olmaları’ dinin, Kur’ân’ın hedefi değildir.


“Müslümanların çoğu ‘Peygamberin, bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına’ inanırlar” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Peygamberimiz ‘Yahudiler mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor, ‘Hıristiyanlar mutlaka Müslüman olsun!’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 35);

“Diyaloğun hedefi, tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı” (Polemik Değil Diyalog, s. 36);

“Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Kitab’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i salihdir. Kur’ân birçok âyette bunu söylüyor; yani ‘Peygambere iman edin’ demiyor.” (Polemik Değil Diyalog, s. 37);
POLEMİK DEĞİL DİYALOG KİTABINDAN SONRA GELEN AÇIKLAMALARI: 
“Hangi itikadda (din inancında) olanların, eninde sonunda cennete girebilecekleri” konusunun adı “necat meselesi”dir. “Necat ve İslam’ın, Müslüman olmayanlara yönelik çağrısı” hakkında, “Polemik Değil Diyalog” isimli kitapta yer alan konuşmamda söylediklerime itirazlar var. Bunlardan birini bir yazımda ele almıştım, bu yazıda konuya devam ediyorum.

Evet ben diyorum ki:

1. İslam düşüncesinde “Şirk koşmadan Allah’a, şüphesiz olarak ahirete iman eden ve salih amel işleyenlerin, Müslüman olmasalar da cennete girebileceklerini” kabul eden bir yorum vardır.

2. Bu yorumu benimseyenlere göre Peygamberimiz (Kur’an, İslam) Ehl-i kitabı, mutlaka ve tek seçenek olarak Müslüman olmaya çağırmıyor; a) Müslüman olmaya, b) Müslüman olmayı kabul etmezlerse (Musevi, İsevî… olmayı terk etmek istemezlerse) şirksiz olarak Allah’a, şeksiz olarak ahrete iman etmeye ve salih amele c) Her ikisini de kabul etmeyenleri belli şartlarla barışa veya teslim olup teb’a olarak yaşamaya (zimmî olmaya) davet ediyor. d) İslam’ı ve barışı kabul etmeyip Müslümanların yurtlarına ve dinlerine saldıranlarla da savaşıyor.

Sözü edilen konuşmamda (s. 35) bu konuda şunları söylemişim:

Ali Bulaç: Peki hocam, bir Hıristiyan Peygamberimiz için ne demelidir?

H. Karaman: İyi bir insan, iyi bir Müslüman ve Peygamber olduğuna da inanmalıdır. Biz üç dinin mensupları şuna inanmalıyız; Hz. İsa Allah’tan vahiy almıştır, Hz. Musa, Allah’tan vahiy almıştır. Hz. Muhammed de Allah’tan vahiy almıştır. Buna inanmak durumundayız.

İ. Üzüm: Peki ama hocam, Hıristiyanlar niye inanacaklar ki? İnandıkları takdirde Müslüman olmazlar mı?

H. Karaman: Hayır, Müslüman olmazlar.

İ. Üzüm: Olmaz ama bir gevşeme, bir kopma…

H. Karaman: …Bir Hıristıyan veya Musevi, “Hz. Muhammed’in de Allah’dan vahiy aldığına inanıyorum,” der. Sonra “bu peygember (Hz. Muhammed) benden ne istiyor,” sorusunu sorar. Yani, “Ben bir Museviyim ya da Îseviyim, dinimi bırakıp şu ana kadar inandığım ve yaşadığım şeylerden tevbe edip Müslüman olmamı mı bekliyor? Yoksa başka bir beklentisi mi vardır?” Ben diyorum ki, İslâm ulemâsı içinde, Kur’an-ı Kerim’e bakarak Peygamberimizin beklentisinin bundan ibaret olduğuna inanlar var. Peygamberimiz “Yahudi mutlaka Müslüman olsun!” demiyor, “Hıristiyan mutlaka Müslüman olsun!” demiyor. Diyor ki; “Yahudiler ve Hıristiyanlar tek Allah’a inansınlar, ahirete inansınlar ve kendi kitaplarında da bulunan iyiliklere göre yaşasınlar, (yani bizim amel-i salih dediğimiz şeyler) beni de sahtekârlıkla, yalancılıkla itham etmesinler. Getirdiğim kitabı da şuradan buradan çalıntı olduğunu söylemesinler.” Dolayısıyla “Bu takdirde onlar da cennete giderler” demiş oluyor. Bu inançta olanlar var mı? Var. Bu inançta olmayanlar var mı? Onlar da var… İşte sizin adına diyalog dediğiniz şey bu zaten. Hep şunu söylüyorum; diyalog, “tek bir dine varmak, dinleri teke indirgemek olmamalı.” Böyle bir hedef olamaz zaten. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama diyalog, duvarları kaldırıp, birbirimizi görmemizi sağlayabilir…

Hayızlı İken İbadet

Özel hallerinde kadınları kimse mescide girmeye, Kur’an okumaya… zorlamıyor; ama onlar farklı (caiz diyen) ictihada uyar da bunları yaparlarsa yine kimsenin onları engellemeye veya kınamaya hakları olamaz

Namazları Cemmetme Meselesi

Eğer vermezlerse, problem olursa, ibadetlerinizi yapmanız bakımından daha müsait bir yerde iş buluncaya kadar öğle ile ikindi namazlarınızı cemedebilirsiniz.

Resim Ve Heykel Meselesi

Resim konusunda fetva verirken, resmi yapılan şeyin tapınma konusu olup olmadığına bakıyoruz ve “tapınılan, kutsanan, kutsallık izafe edilen şahıs ve şeylerin resim ve heykellerinin yapılması caiz değildir; hadislerden bu kastedilmektedir,

Bayanlarla Tokalaşma ve Haremlik-Selamlık

Bayanlarla el sıkışma meselesine gelince, günümüzde özellikle şehirlerde ve özel durumlarda kadınlarla erkekler de el sıkışıyorlar, bu âdet haline gelmiş durumda, müslüman bir erkek henüz kendini anlatamadığı bir ortamda elini geri çekerse bundan -İslam’ın da istemediği- bir dizi problem çıkabiliyor. Bir müslüman erkek, yukarıdaki şekilde gerekli hale gelmedikçe -müslüman olsun, gayr-i müslim olsun- bayanlarla el sıkışmaz. Ama bayanın elini sıkmadığında daha önemli bir zarar sözkonusu olduğunda, beze dokunuyormuş gibi -böyle bir duygu içinde- kadının elini sıkabilir şehvet ihtimalinin bulunmadığı veya çok zayıf bir ihtimal olduğu durumlarda gençler arasında da gerektiğinde tokalaşmayı caiz görenler vardır; biz de zor durumda kalanların, farklı kültür ortamlarında yaşamak ve insanlarla ilişki kurarken fitneye (muhatapların inançlarının sarsılmasına) sebep olmak istemeyenlerin faydalanmaları için bu yorumu, Helaller Haramlar isimli kitabımızda naklettik.

Yine adı geçen kitabımda erkek kadın beraber oturmanın, tesettüre riayet edildiği ve bu uygulamadan fayda umulduğu veya ihtiyaç ve zaruret bulunduğu zaman caiz olduğunu deliller göstererek açıklamıştık.

H.KARAMAN’IN MAKALELERİNDEN:

-İddia: “Mason Abduh ve Reşid Rıza gibi Ehl-i Sünnet düşmanı sapıklar”.

Cevap: Çirkin bir iftira.Bunlara hiçbir muteber alim “sapık” demez, dememiştir. Abduh, siyasi amaçlarına ulaşabilmek (Mısır’da istibdadı yıkmak, sömürgecileri ülkeden atmak) için faydalı olduğuna inanan üstadının ısrarı üzerine mason derneğine girmiş, ama sonra bununla ilgisini koparmış ve talebelerini de uyarmıştır. Reşid Rıza ise hayatı boyunca asla mason olmamış, tam aksine masonluk aleyhine dört kere fetva neşretmiştir (Benim Gerçek İslam’da Birlik, İZ Yayınları) isimli kitabımda bu sözlerimin kaynak ve delileri mevcuttur.

-Dinimizde kadınların imam olmalarının caiz olup olmadığı konusunu halkımız herhalde Sayın Yılmaz Ateş’ten öğrenecek değildir. Zaten öğrenmek istese de yanlış öğrenecektir. Çünkü dinimizde kadınların kadınlara imam olması normal hallerde de caizdir. Kadınların erkelere imam olması ise zaruret halinde caiz olur.

H.KARAMAN’IN RÖPORTAJINDAN:

‘BAŞÖRTÜSÜ TEMEL KULLUK ENSTRÜMANIDIR DENEMEZ’

Rıdvan Memi’nin “Başörtüsü Allah’ın kadına dönük vazettiği unsurların temelini oluşturacak bir enstrümandır, denebilir mi? sorusuna ise Karaman’ın yanıtı gayet netti:

“Hayır denemez. Ben ısrarla örtünme tabirini kullanıyorum, bir. Bunun hem kadına hem erkeğe ait olduğunu söylüyorum, iki. Üç, örtünme Kur’an’da emredildiği için vazgeçemeyeceğimiz bir araçtır. Ama kadın ve erkekten istenen temel bir kulluk ensturmanıdır diyemeyiz.”

‘ERKEKLER KADINI GÜNAH ARACI GÖRÜP OLMAYAN YASAKLARI KOYABİLİYOR’

Kozmik Oda’da yaşanan en ilginç diyaloglardan biri de Rıdvan Memi’nin “Ahzab Suresi 59. Ayetin (dış giysi emri ayeti) sonundaki “Allah çok bağışlayıcıdır. Rahmet Kaynağıdır” ifadesi, Elmalılı Hamdi Yazır tarafından “Tesettür emrolunduğundan dolayı kadınlar bir baskıya uğratılmasın, aşırıya gidilmesin” şeklinde yorumlanıyor. Katılıyor musunuz?” sorusu üzerine gelişti, Hayrettin Karaman şunları söyledi:

“Tabii. Şöyle katılıyorum. Cenab-ı Hakk kadınlara yönelik bir takım emirler ve yasaklar getiriyor. Fakat insanlar Allah’ın maksudunu aşarak, kendi egolarını tatmin etmek, kendi egemenliklerini kadınlar üzerinde göstermek ve kadınlara tahakküm edebilmek için bu maksadı aşabiliyor ve Cenab-ı Hakk’ın hedeflemediği yasakları koyabiliyorlar. Öyle oluyor ki camiye bile kadınların namaz kılmak için gitemelerini engellemek istiyorlar da Peygamber Efendimiz onlara ‘Allah’ın kadın kullarını Allah’ın evlerinden mahrum etme’ diyor.”

‘KADINLAR CAMİDE ERKEKLER İLE BİRARADA, AYNI HİZADA NAMAZ KILABİLİR’

“İnsanlar günah işlememek için günah imkanlarını ortadan kalkmasına talip oluyorlar. Halbuki Allah böyle istemiyor. Din böyle istemiyor. Din şöyle istiyor, günah işleme imkanı bulunacak fakat siz iradenizle, Allah’a olan sevgi ve saygınızdan dolayı onu ihlal etmeyeceksiniz. Erkekler kadını günah aracı olarak görmüşler. Bu günah aracını mümkünse evin içinde hapsetmeyi arzu etmişler. Sınırı aşma dediğim işte bu. Sınırı tarih boyunca aşmışlar. Peygamberimiz bile bununla mücadele etmiş. Peygamber Efendimiz zamanında saflar önce erkekler, sonra erkek çocuklar sonra da kadınlar şeklinde sıralanmış. Ama erkekler kadınların hizasında olsalar. Mezhep imamları bu konuyu tartışmışlar. Mesela Hanefiler demişler ki, kadın önde olursa ya da erkeğin hizasında olursa erkeklerin namazı bozulur. Ama diğer imamlar bozulmaz demişler. Bozulmaz niye bozulsun. Kadınlar ve erkekler aynı hizada durabilirler.”

Soru:

Kadın sesi dinlemek caiz midir? Dinlediğimiz müziğin türüne göre cevaz değişir mi? (Örnek: tasavvuf musikisine eşlik eden bir kadın sesi veya ilahi söyleyen bir kadın sesi gibi)

Cevap:

Peygamberimizin zamanında mescidde ve başka yerlerde kadınlar, erkeklerin yanında konuşurlardı. O (s.a.) hicret ederken kadınlar ve çocuklar musikî eşliğinde karşılama yapmışlardı. Bayram günlerinde Hz. Peygamber’in evinde ve onun yanında genç kızlar, Hz. Aişe’ye sesli ve tefli müzik dinletmişlerdi. Kadının sesinin ve musikînin haram olduğuna dair sahih ve kesin bir delil (dinî açıklama) yoktur. Kadın olsun erkek olsun müzik icra ettiğinde bunu dinleyenler kendilerine bakmalıdırlar; kötü, olumsuz bir etkilenme bulunmadıkça dinlemelerinde sakınca yoktur.(Kadın şarkıcı dinlemek caiz midir?) [Bu yazı yayınlandıktan sonra Hayreddin Karaman hocanın web sitesindeki bu başlık “Kadın sesi dinlemek caiz midir?” şeklinde değiştirilmiştir].

Faizi haram sayan ve kar zarar ortaklığı yapısıyla çalışan katılım bankalarının Merkez Bankası’ndan aldığı ‘zorunlu faiz’ sorunu İlahiyat Profesörü Hayrettin Karaman’dan alınan fetva (dine uygunluk görüşü) ile çözüldü.

Topladıkları TL fonlarının yüzde 5’ini Merkez Bankası’nda Mevduat Munzam Karşılığı olarak tutmak zorunda olan katılım bankaları bunun karşılığında munzam karşılık olarak tutulan miktarın yıllık yüzde 5.2’sini faiz olarak alıyor.

Ancak faizsiz bankacılık yapan katılım bankaları Merkez Bankası’na giderek bu faizi istemediklerini bunun yerine munzam karşılıkların daha cüzi bir tutara indirilmesini istedi. Ancak Merkez bu isteği kabul etmedi. Diğer bankalarda olduğu gibi munzam karşılık tutulacağı ve bunun karşılığında da faiz ödenmesinin zorunlu olduğu iletildi.

Bunun üzerine faiz gelirini haram olduğu için kâr paylarına ve katılımcılara yansıtmak istemeyen katılım bankalarının bir kısmı Merkez’den aldıkları faizi yaptıkları bağışlarda, sponsorluk harcamalarında, sosyal sorumluluk projelerinde kullandılar ayrıca Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu kesintilerini bu faizden ödemeye başladılar.

Ancak katılım bankalarının topladığı fon miktarı 18.4 milyar TL, bunun karşılığında Merkez Bankası’nda tutulan zorunlu karşılık 924 milyon TL’ye çıktı. Katılım bankalarında biriken fonlar artıp faiz geliri de 48 milyon TL gibi önemli bir tutara ulaşınca faizsiz bankacılık yapan kurumlar bu faizin hesaplara katılmasının dinen uygun olup olmadığını dünyada diğer İslami bankacılık yapan kurumlarda adı Şeirat Kurulu olan ancak Türkiye’de bu adın kullanılmasının hassas olması nedeniyle ‘Danışma Kurulu’ olan kurula sormaya karar verdiler.

Türkiye’nin en büyük üç katılım bankasının danışmanı olan ve aynı zamanda Avrupa Uluslararası İslam Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan İlahiyat Profesörü Hayrettin Karaman, Merkez Bankası’ndan alınan faizde bir seçim olmadığı ve zorunluluk nedeniyle faiz alınması nedeniyle bunun ‘faiz olarak’ adlandırılamayacağı yönünde fetva verdi. Bunun üzerine katılım bankaları alınan faizleri rahat rahat kullanmaya başladı.

Katılım bankalarının dine uygunluk görüşü almadan hiçbir konuda hareket etmediğini vurgulayan Katılım Bankaları Birliği Genel Sekreteri Osman Akyüz “Her bankanın bir danışma kurulu var.
Bankalar genellikle Hayrettin Karaman’nın görüşüne göre hareket ediyor. Munzam karşılık konusunda bir zorunluluk olduğu için faiz sayılmıyor. Katılım bankaları dışarıdaki din adamlarından da görüş soruyor. Ancak bizim insanlarımız Türkiye’den din adamlarına daha çok güvendiği için Hayrettin Karaman’ın görüşü geçerlilik kazanıyor” dedi.

Enflasyon kadar faiz haram değil

Karaman internet sitesinde devletin nemalandırdığı KEY ödemeleri faizinin haram sayılamayacağını belirterek: “Devlet, banka gibi bir “faizci kuruluş” olmadığı için ve tasarruf kesintisi ile faizcilik yapmadığı, nakit ihtiyacını karşıladığı için, ödünç aldığı bu parayı geri öderken “enflasyon farkını aşmayan” rakam fazlalığına faiz demek mümkün değildir. Devletin ödediği nema, kestiği paraların yıllarca birikmiş enflasyon farkının çok altındadır ve dine göre borcunu ödeyen, enflasyon farkını da ödemekle yükümlüdür” dedi.

Karaman’ın bazı finansal sorunlarla ilgili görüşleri ise şöyle:

-Devletin verdiği konut kredisi, faizi enflasyondan düşük olduğu sürece alınır.

-Temerrüt faizinin enflasyon miktarını aşmayan kısmı zaten alacaklının hakkıdır.

-Vade farkı faiz değildir.

-Yatırım fonlarına katılarak buradan gelir elde etmek caiz değildir.

http://www.gazete5.com/haber/faiz-haram-mi-prof.-dr.-hayrettin-karaman-degerlendirdi-1-eylul-201-38622.htm

Soru: Merkez Bankası’nda bloke edilen paramıza faiz işlemekte ve alınan bu para TMSF’ye ödenmektedir. Hocam bu parayı alıp TMSF’ye ödememiz konusunda hayli sual gelmektedir. Nasıl açıklamalıyım?

Cevap: Bu soru merkezde müzakere edilmiş, tarafımdan cevap verilmiş idi. Kısaca tekrar edeyim:
Bu parayı biz, faiz kazanmak için serbest irademizle bankaya yatırmıyoruz. Mevzuat mecbur ediyor. Bu sebeple enflasyon farkı kadarını alabiliriz (Havuzlara da dağıtırız). Geri kalan TMSF’ye verilebilir, ama bir gün TMSF bunu katılım hesabı sahiplerine öderse, alanların zengin olanları bu parayı yoksullara vermek durumundadırlar, kendileri yiyemezler.

Bu vesile ile bir hususu daha yazacağım:

Merkezde yapılan bir toplantıya çağrılmıştım. Arap ülkelerinden gelen ortaklar veya temsilcileri de vardı. Merkez Bankası’nda tutmak mecburiyetinde olduğunuz meblağın faizini soruyorlardı. Ben görüşümü şöyle ifade etmiştim:

“Bu para bizden kanuni mecburiyetle alınmaktadır. Biz faiz kazanalım diye Merkez Bankası’na para yatırmıyoruz. Bu durumda banka, bize paramızı ödediğinde enflasyon farkı ile ödemek durumundadır. Şu halde faiz adıyla ödediği nominal fazlalığın enflasyona tekabul eden kısmı bizim hakkımızdır, bunu alır, havuzlara da dağıtabiliriz. Ödenen reel faizi de sigorta fonuna yatırırız. Bir gün bu fondan katılımcılara ödeme yapılırsa, bunların zengin (temel ihtiyaçlarını temin edebilen) olanları bunu yoksullara verirler. Muhtaç olanları ise bizzat kullanabilirler.”

(Bir başka cevap):

Laik bir düzende yaşayan Müslümanlar meşru olan işlerini yürütmek için (mesela bir vakıf kurmak, şirket kurmak, okul açmak….” laik kanunlara ve düzene göre mecbur kaldıkları bazı “normal hallerde caiz olmayan” işlemleri de yaparlar. bu zarurete girer. Eğer bu işlemlerden biri, bankada belli bir miktar parayı tutmak ise bunu tutarlar, tahakkuk eden faizi alır, mesela yoksullara dağıtırlar, kendileri yiyemezler. Katılım bankaları da bunu yapıyorlar.

(Bir başka cevap):

Merkez Bankası’nda biriken faiz

1. Merkez Bankası’ndan faiz mutlaka alınmalıdır. Alınan faiz: a)Benim aşağıda vereceğim cevabı kabul edenler tarafından, cevapta geçen çözüm şekline göre kullanılmalıdır. b) Benim fetvamı kabul etmeyenler tarafından ise yoksullara verilmelidir; buna kimse itiraz etmez.

2. …Ancak sigorta fonunda biriken meblağın faiz olan kısmı, hiçbir zaman, ödeme güçlüğüne düşmemiş, muhtaç hale gelmemiş katılımcılar ve kurum tarafından, kendi menfaatleri için kullanılamaz. Her hal ve kârda fonda biriktirme amacına göre kullanılır. Ödeme şartları gerçekleşip bunu (paralarından kesilen miktarı değil, faize tekabül eden miktarı) alan katılımcı yoksul ise kendine harcar, zengin ise aldığını yoksullara dağıtır. Fonun, katılımcının kendi parasından kesilen miktarı ise zaten onların hakkıdır…

(Başka bir cevap):

Merkez Bankası’nda mecburen kalan paradan oluşan reel faiz alınıp katılımcılara dağıtılmıyor; buna fetva vermedik, yoksullara veriliyor veya ileride ihtiyaç içine düşecek olan katılımcılar için mevduat sigorta fonuna yatırılıyor. Reel faiz olmayan (enflasyon farkı) ise alınıyor veya ben alınabilir diye fetva verdim.

Keyif için ikinci eş yok

Kur’ân-ı Kerim’in, birden fazla kadınla evlenmenin meşrûiyetine, doğrudan buna yönelik bir ifade ile değil, bir başka münasebetle (yetimlerin hakkını korumaktan söz ederken) temas etmiş olması düşündürücüdür. Şöyle buyuruluyor: “Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu büyük bir günahtır. Yetimlerin hakkına riâyet edememekten korkarsanız (bunların yakasını bırakın da) beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın; haksızlık etmekten korkarsanız bir tane kadın veya ellerinizin altında olanla yetinin; bu, adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır (Nisâ: 4/2-3).

Ayetin dolayısıyle temas ettiği birden fazla kadınla evlenme imkânı ve âdeti, İslâm’ın geldiği çağdan çok öncelere kadar uzanmaktadır. İslâm öncesi çağlarda Mısır, Hindistan, Çin ve İran’da, eski Yunan ve Roma toplumlarında, Yahûdîlerde ve Araplarda ya nikâhlamak, yahut da evde veya evin dışında bir yerde dost tutmak(odalık edinmek) sûretiyle erkekler, birden fazla kadınla evlilik yapıyorlar veya evliliğe benzer ilişkiler yaşıyorlardı. Bu çağlarda birden fazla kadınla evlenmenin birden fazla sebebi mevcûttu. İslâm’ın geldiği coğrafyada sınırsız olarak çok karılı aileler vardı. Kırsal bölgede özellikle köylerde ve dağ başlarında yaşayan bedevîlerin çok kadınla evlenmelerinin baş sebebi, hem korunma, hem de çevresi üzerinde hâkimiyet sağlamanın güçlü ve muharip nüfusa ihtiyaç göstermesidir. Diğer sebepler arasında kırsal hayatın güçlüğü ve birçok emekçiyi gerekli kılması, kabileler arasında sürüp giden savaşların, yağma, baskın ve talan hareketlerinin çok sayıda erkek ölümüne sebep olması, bunun sonucu olarak da kadın-erkek arasındaki sayıca eşitlik dengesinin erkek aleyhine bozulmasıdır.

Şu halde İslâm bunu (teaddüd-i zevcâtı, poligamiyi) getirmemiş, mevcût uygulamayı belli şartlara ve hukuka bağlayarak devam ettirmiştir. Devam ettirirken de iki durumu birbirinden ayırmış gibidir: a) Henüz evlenmemiş olanlara -bu âyette- bir kadınla yetinmelerini tavsîye etmiş, birden fazla kadınla evli olanlar için adâlete riâyet edememe tehlikesinin bulunduğunu, bundan uzak kalmanın en uygun yolunun ise bir kadınla evlenmek olduğunu dile getirmiştir. b) 129. âyette ise birden fazla kadınla fiilen evli olanlara hitap etmiş, birden fazla kadın arasında adâlete tam riâyetin mümkün olmadığını bir kere daha hatırlattıktan sonra hiç olmazsa adâletsizlikte, farklı ilgi ve muamelede ölçünün kaçırılmamasını istemiştir. 129. âyette şöyle buyurulmaktadır: “Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bari birine tamamen kapılıp da diğerini askıda imiş gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a itâatsizlikten sakınırsanız bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, engin rahmet sahibidir.”

Burada ne kadar istense, üzerine düşülse, gayret edilse de birden fazla eş arasında âdil davranmanın mümkün olmadığı açık ve kesin bir ifade ile dile getirilmiştir. Bu gerçeklik karşısında beklenirdi ki Allah Teâlâ birden fazla kadınla evlenmeyi yasaklasın; ancak O, zarûretleri, mübrem ihtiyaçları, fevkalâde halleri bildiği için bunu yasaklamadı, kulların uygulamada zorlanacakları bir yasak hükmü yerine ikili bir tavsiye ile yetindi: a) Tek hanımla evli olanlar -aksine bir zarûret bulunmadıkça- bununla yetinmelidirler; çünkü birden fazla kadınla evlenmeleri halinde haksızlıklar olacak ve bundan dolayı günaha girebileceklerdir. b) Fiilen birden fazla kadınla evli bulunan erkekler ise gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılık gibi insanın elinde olmayan durumlar ve farklılıklar dışında, objektif, ölçülebilir, maddî konularda kadınlarına eşit davranacak, biri ile evlilik hayatını fiilen yaşarken diğerini askıda (yalnız, ilgi ve ilişkiden dışlanmış, ihtiyaç içinde veya maddî bakımdan diğerlerinden aşağı durumda) bırakmayacaklardır.

Bütün dünyaya hitap eden ve zorunlu değişime karşı varlığını sürdürecek olan bir din (İslam) haklı ve hikmetli olarak -gerekli ve zorunlu olduğunda- birden fazla eşe izin vermiş, ama uygulamada dinin amacı dışına çıkılarak, günah işleme pahasına birden fazla kadınla keyif için evlenme uygulaması devam etmiştir.

“Hepimiz Fâtıma’yız”

Uygulamada çok kadınla evli erkeklerin adâletsizliği, kumalar arasındaki geçimsizlik, böyle ailelerde evlerin cehennem köşesine dönüşmesi, insanlar arasındaki güzel ilişkilerin çirkinleşmesi bir vâkıadır. Ancak bu çirkinliklerin ve kötülüklerin âmili kanun (şerîat) değil, onu uygulayan -daha doğrusu uygulamayan- Müslümanlardır.

Demokrasiyi ele alalım, Batı’da güzel sonuçlar verdiği halde Doğu’da adı mevcût, kendisi mefkuddur (yoktur). Birçok yerde demokrasi terkedilmiş, komünizme geçilmiş, bu defa onda insanlık için huzur, adâlet ve saâdet aranmıştır; ancak uygulama teoriye uymamış, onda da aradığını bulamayanlar yeniden demokrasiye geçer olmuşlardır. Şu halde bir hukukî, ictimaî, siyasî sistem hakkında doğru değerlendirme yapabilmek için sistemin kendisi ile uygulamayı birbirinden ayırmak, birinin kusurunu diğerine yıkmamak gerekmektedir.

Beşerî sistemler köklü değişikliklere uğratılarak amaca uygun hale getirilirler. İslâm’da köklü değişim söz konusu değildir, onda değişmez kurallar vardır, ancak hangi kural olursa olsun uygulandığında tabiî olmayan bir olumsuz sonuç doğuyorsa uygulamayı durdurma (imhâl) imkânı da mevcûttur. Bu cümleden olarak bir cevazdan (izinden, serbest bırakmadan) ibaret olan çok kadınlı evlilik, genellikle kötüye kullanıldığı ve olumsuz sonuçlar doğurduğu takdirde İslâmî yönetim tarafından engellenebilir; bu kanunu (şerîatı) değiştirmek mânâsına gelmez; bu, tıpkı şartlarını yerine getirememekten korkan ferdin tek kadınla evli kalmayı yeğlemesine benzer. Günümüzde bizde ve bize benzer toplumlarda tek kadınla evlilik örf ve âdet haline geldiği için, bir kimsenin karısına kuma alması, birinci kadını, ondan olma çocukları ve çevresini, başka çağ ve toplumlarda olandan daha ziyade etkilemekte, üzmekte, perişan ve hasta etmektedir. Bir müminin, insanları bu kadar üzüntüye ve günaha sokacak bir davranışta bulunabilmesi için, zevkten (şehveti tatminden, yenilik arayışından) başka sebepleri olmalıdır.

Keyif için ikinci evlilik yapanlar genellikle bunu gizli yaptıkları için her gün birçok yalan söylemek durumunda kalıyorlar.

Birinci eş boşanma istiyor, zevcelik vazifelerini yapmakta zorlanıyor, kötü sözler söylüyor, kocasına küsüyor, ağlıyor, hastalanıyor…

İki eş (kumalar) arasındaki ilişki dinî kardeşlik ilişkisi olmuyor; arada kıskançlıklar, kavgalar, iftiralar, küskünlükler… kaçınılmaz oluyor.

Bütün bunlar İslam’da yasak; kimisi mekruh, kimisi haram. Şartlara bağlı olarak izin verilmiş (farz, vacib, müstehab kılınmamış) bir uygulamayı -hastalık, yetersizlik, çocuksuzluk gibi bir ciddi durum bulunmaksızın- keyfi için yapanlar kaçınılmaz olarak bu günahlara gireceklerdir.

İşte bu sebepledir ki, Peygamberimiz (s.a.), kızı Fatıma’nın üzerine evlenmek isteyen Hz. Ali’nin bu talebine karşı çıkmış, mescidde sert bir konuşma yapmış, bunun Hz. Fatıma’yı üzeceğini, günaha sokabileceğini (fitne) ailenin huzur ve mutluluğunu gölgeleyeceğini düşündüğü için, “Ali eşi Fatıma’yı boşamadıkça üzerine o kadını alamaz” demiş, sevgili damadı da eşini ve kayınpederini üzmemek, aile mutluluğuna gölge düşürmemek için bu teşebbüsünden vazgeçmiştir. (Buhari, Nikah, 109; Ebu-Davud, Nikah, 13; Avnu’l-Ma’bud, VI, 76-81).

Ortada bir zaruret yok iken üzerine ikinci eş getirilmek istenen her kadın bu konuda birer “Fâtıma’dır”, “Hepimiz Fâtıma’yız” deme hakkına sahiptirler. Hz. Fâtıma’yı şefkatli ve sevgili babası nasıl korumuş, ona sahip çıkmış ise bugün biz de genel olarak erkekler, alimler ve yöneticiler olarak kadınlarımızı öyle korumak durumundayız. Onlar nasıl nefislerine hakim olarak kocalarına sadık kalıyorlarsa kocaları da onlara sadık kalmalı, sırf zevklerini tatmin için onları mahvetmekten sakınmalıdırlar.

Recim yoktur

Evlendikten sonra zina suçu işleyen kadınlara ve erkeklere, dört erkeğin fiil halinde açıkça görerek şahitlik etmeleri veya suçluların itirafları üzerine uygulanan recim (taşlayarak öldürme) cezası şeriatı uygulama adına mutlaka yerine getirilmesi gereken bir ceza değildir.

Önce “Kur’an Yolu” isimli tefsirimizde ne dedik ona bakalım:

“…Bize göre bu hadislerin uydurma olduğunu söylemek -usule göre- mümkün olmamakla beraber getirdikleri recim cezasıyla ilgili bazı sorular ve problemler de yok değildir:

a) Recim cezası İslâm’dan önce vardır ve uygulanmıştır, İslâm’ın getirdiği, başlattığı bir ceza değildir.

b) Zina cezalarının daha hafif olanları Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı halde recim cezasına Kur’an’da yer verilmemiştir. 25. âyette gelecek olan mümin câriyelerle ilgili “Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir” meâlindeki ifade, hür ve evli kadınların zina cezalarının da yüz sopa olduğuna işaret etmektedir. Çünkü yüz sopanın yarısı uygulanabilir, fakat recim (ölüm) cezasının yarısından söz edilemez.

c) Hz. Peygamber, hayatında uygulanan birkaç recim cezasında hazır bulunmamış, infazı başkalarına havale etmiştir. Suçun ispatı bu vak’aların tamamında suçlunun itirafıyla hâsıl olmuş ve ceza, Müslüman suçluların ısrarla günahtan temizlenmeyi istemeleri üzerine infaz edilmiştir.

d) “Zina ettim, beni cezalandırarak temizle” diye gelen Müslümanları Hz. Peygamber önce geri çevirmiş, söylediklerini duymamış gibi davranmış, ısrar etmeleri üzerine kurtarıcı telkinlerde bulunmuş, “Deli mi, içmiş mi, yaptığı zina olmadığı halde öyle mi sanıyor?” demiş, bütün bunlara rağmen ısrar ettikleri için cezalandırma yoluna gitmiştir (Müslim, “Hudûd”, 16, 22).

e) Mâiz isimli sahâbî, infaz başlayınca can acısıyla kaçmaya başlamış; arkasından yetişen infazcılar onu öldürmüşlerdi. Dönünce durumu Hz. Peygamber’e anlatmışlar. O da “Keşke bıraksaydınız! Tövbe ediyor, Allah da onu kabul buyuruyordu” demiştir. Sahâbenin recmedilen Müslümanlar hakkında ileri geri konuşmaları karşısında da, “O öyle tövbe etti ki bir ümmete paylaştırılsa her bir ferdine yeterdi” (Müslim, “Hudûd”, 22); başka bir rivayete göre, “O öyle bir tövbe etti ki, Medine halkından yetmiş kişiye paylaştırılsa –bağışlanmaları için– yeterdi” buyurmuştur (Müslim, “Hudûd”, 24). İbn Teymiyye, İbn Kayyim gibi fıkıhçılar bu hadislere dayanarak tövbe eden, kendiliğinden gelip suçunu itiraf eden suçlulara cezayı uygulayıp uygulamama konusunda ülü’l-emrin serbest olduğu sonucuna varmışlardır (İ’lâmü’l-muvakkıîn, III, 79).

f) Recim cezasını içeren hadiste Hz. Peygamber, “… Bekârlar için yüz sopa ve bir yıl da sürgün, evli veya evlilik geçirmiş kimseler için yüz sopa ve recim” ifadesini kullanmıştır (Müslim, “Hudûd”, 12). Müctehidler bu hadiste geçen cezaların ikisi hakkında farklı görüş, anlayış ve değerlendirme ortaya koymuşlardır: 1. Kadının başka bir yere sürülmesi, 2. Recim yanında bir de sopa cezasının uygulanması. Hadiste bu iki ceza da yer aldığı halde bunlar uygulanmaz diyen müctehidler olmuştur. Hatta Ebû Hanîfe’nin, “sürgün cezasının had (değişmez, kanunî ceza) değil, uygulaması yöneticilere bırakılmış ta’zir cezası nevinden olduğunu” söylediği nakledilmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 358); yani Kur’an’da olan ceza had, sünnetin getirdiği ilâve ceza ise ta’zir olarak değerlendirilmiş olmaktadır.

“Yukarıdaki altı madde bizi şu sonuca götürmektedir: Recim cezası –mutlaka ve değişmez olarak uygulanacak– hadlerden değildir. İslâm’dan önce de uygulandığı için ilk İslâm topluluğunun tanıdığı, yadırgamadığı, caydırıcı bulduğu bir ceza çeşididir. Bu sebeple Hz. Peygamber çok az da olsa bu cezanın uygulanmasına izin vermiştir. Sonuç olarak evlilerin zina suçlarının had nevinden cezası, bekârlarınki gibi yüz sopadır. Recim ise kamu düzeni ve suçların önlenmesi ilkelerinin gereğine göre uygulanıp uygulanmaması, usulüne göre ümmetin alacağı karara bırakılmış, ta’zir nevinden bir cezadır. Cezaların çoğu gibi bu cezalar da ispat ve infazdan önce tövbe etmekle (pişmanlık göstermek ve ıslâh-ı hal etmekle) ülü’l-emir tarafından düşürülebilir.”

Şu halde şeriatı uygulama adına bugün recimi uygulayanlar, sebep olduğu sonuçlar bakımından İslam’a kötülük etmektedirler.

M. Ebu Zehra “Recim yok” diyor

1972 yılında Libya’da bir İslam alimleri toplantısı yapılıyor. Toplantının konusu, ülkenin kanunlarını yabancı unsurlardan temizleme ve islâmîleştirme. Bu toplantıya katılanlar arasında Yusuf Kardavi, Muhammed Ebu Zehra, Ali el-Hafîf, Mustafa ez-Zerka, Subhî es-Salih, Huseyn Hâmid Hassab, Abdulaziz Âmir gibi tanınmış alimler var. Kardavî, bu toplantıda Ebu Zehra’nın çıkışını “Bir bombanın fitilini ateşledi” ifadesiyle veriyor ve –özetle- şöyle devam ediyor:

“O toplantının yıldızı tartışmasız olarak Üstad Muhammed Ebu Zehra idi. En çok o konuşuyor, her konuşanın ardından tenkitlerini ve görüşlerini ifade ediyordu. Bir ara ayağa kalktı ve şunları söyledi:
“Ben İslam Hukuku ile ilgili bir görüşümü yirmi yıl açıklayamadım, şimdi, Rabbime kavuşmadan önce, “Bana niçin açıklamadın, hak bildiğini söylemedin” diye sorulmaması için açıklayacağım. Bu görüş, evlilerin zinasının cezası olan recimle alakalıdır. Benim kanaat ve reyime göre bu ceza Yahudi şeriatında vardı, Peygamberimiz ilk zamanlarda bunu kaldırmadı, sonra Nur suresi geldi, orada zinanın cezası –evli bekar, kadın erkek herkes için yüz sopa olarak- kondu ve recim kaldırıldı.

“Bu reyimi üç delile dayandırıyorum:

1. Allah Teala Nisa suresinde, hür olmayan insanların zinasının cezası, hür olanlara verilenin yarısı kadardır” buyuruyor. Recim bölünemez bir ceza olduğuna göre cezadan maksadın yüz sopa olduğu ortaya çıkıyor.

2. Buharî’nin naklettiği bir rivayette Abdullah b. Evfâ’ya, “Recim, Nur suresi gelmeden önce mi yoksa sonra mı uygulandı?” diye soruluyor, “Bilmiyorum” cevabını veriyor. Şu halde recim uygulamasının, yüz sopa uygulamasını getiren Nur suresinden önce olması ve bu sure gelince onun kaldırılmış bulunması kuvvetle muhtemeldir.

3. “Recim cezası ayet olarak Kur’an’da vardı, lafız olarak kaldırıldı, ama hükmü kaldırılmadı” şeklindeki rivayeti akıl ve mantık kabul etmez; hükmü kalacak olan bir ayetin lafzı niçin kaldırılsın?!
“Üstad sözlerini bitirince hazır olanların çoğu ona hücuma kalkıştılar ve fıkıh kitaplarında mevcut bilgiler ile karşılık verdiler, fakat üstad görüşünde ısrar etti.”

Oturum sona erince Yusuf Kardavi, Ebu Zehra’nın yanına geliyor ve bu konuda, onunkine yakın bir görüşünün olduğunu, “Recimin değişmez ceza (had) değil, uygulayıp uygulamamak yöneticilere bırakılmış “tazir” çeşidinde bir ceza” olduğu kanaatini taşıdığını ifade ediyor. Üstad Ebu Zehra bunu da kabul etmiyor ve şöyle diyor: “Yusuf, Allah’ın rahmet armağanı olan Muhammed Mustafa (s.a.)in, ölünceye kadar insanları taşladığını akıl kabul eder mi? Bu Yahudi şeriatına ait bir cezadır ve onların taş kalpli oluşlarına da uygun düşmektedir.

Sonuç: İslam alimleri arasında recim cezasının değişmez bir ceza olmadığını veya Yahudi şeriatına ait olan bu cezayı İslam’ın kaldırdığını ve şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını savunan önemli isimler vardır. Bu sebeple günümüzde İslam aleyhine kullanılan ve insanları İslam’dan korkutmaya yarayan bir cezayı sahiplenmek ve savunmak uygun değildir.

Tekrar ediyorum: Sabit ceza (had) olarak recim yoktur

“İslam’da ne vardır, ne yoktur” konusunda bir dizi yazı kaleme almıştım. Maksadım İslam’ın temiz, güzel, nurlu yüzünü kirli, kara, çatık göstermek isteyenlerin ellerinden bazı fırsatları almaktı. Evet maksadım yalnızca bu idi; modermizmin etkisinde kaldığım, onlara yaranmak, onlar tarafından beğenilmeyi istemek, bu etki altında İslam’ı çağa uyarlamak gibi bir maksadım yoktu. Aslında herkes (yazan da tenkit eden de) yapıp ettiklerinde bazı tesirlerin altında kalırlar ve kimi zaman bunun farkında olmayabilirler. Yapılması gereken şey başkalarının niyetini okumak, psikolojisini deşifre etmeye soyunmak değil, açık ifadelerine bakarak hüküm vermek ve kendini denetlemek, neyin tesiri altında olduğunu keşfetmeye çalışmak ve eğer bu tesir meşru değilse ondan kurtulmaya yönelmektir.

Ben recim konusunda ileri sürdüğüm görüşü “usul dairesinde” delillendiriyorum; yani modernistlerin tesiri altında kalarak usul dışına çıkmıyorum, usul içinde kalarak “İslam’da var mı, yok mu” sorusuna cevap arıyorum. Benim yok dediğime bir başkası yine usul içinde kalarak ve kendince sahih gördüğü delillere dayanarak “var” derse o da onun görüşü, tercihi veya taklidi olur. Tartışmayı bu çerçeveden çıkarıp muhataplarını şuraya veya buraya katmaya çalışmak ilim ve ahlak ölçülerine sığmaz, ayrıca mezmum duygulardan da kaynaklanabilir.

Recim konusunda, şu anda önümüzde üç görüş (açıklama, tercih, yorum) var:

1. Kadim ve ekseriyetin kabul ettiği “İslam’da recim had (değişmez ceza) olarak vardır.”

2. Recim Yahudi şeriatında var idi, peygamberimiz bunu birkaç defa uygulattı, sonra Kur’an bu cezayı kaldırdı, yerine evli olsun bekar olsun zina edenlere yüz sopa cezasını getirdi (M. Ebu Zehra).

3. Evli veya dul olarak zina yapanlara uygulanan recim cezası had (değişmez, sabit) ceza değildir, tazir (yönetimin takdirine bırakılmış, gerekli görülürse kaldırılabilir) bir cezadır (Kardavi, ben …)
Birinci şıkkı savunan tenkitçi temelde bir delile dayanıyor: Recim konusunda nas (hadis veya tilaveti neshedilmiş ayet) vardır ve bu nas üzerinde (bu nassın had olarak recim cezsını getirdiği hükmünde) de icma hasıl olmuştur.

Eğer bu istidlal bize göre de doğru olsaydı başka diyecek sözümüz olamazdı. Halbuki bize göre recim hakkındaki hadislerin tartışılmaz olanları “recimin had olduğu sonucuna götürmüyor, tazir olabileceği sonucuna kapıyı açık bırakıyor. M. Ebu Zehra’ya göre ise bu hadisler, celde (yüz sopa) ayeti ile neshedilmiş bulunuyor.

“Recim Yoktur” demiştim

“Zina eden erkek ve kadına yüz sopa vurun” mealindeki ayet evli, dul ve bekar olanların tamamına aittir. Recim hadisiyle muhsan olanlar çıkarılıp onlara recim var denince mana ve hüküm bakımından nesih gerçekleşmiştir.

Buna tahsis denemez; çünkü tahsiste tahsis eden nas ile tahsis edilen nas aynı zamanda gelecek ve aynı güçte olacak; recim hadisleri ile sopa ayeti arasında bu şartlar gerçekleşmiş değildir. Recimi inkar edenler takfir edilemezler (onlara kafir oldunuz denmez”, tadlil edilirler (dalalete düştünüz denir)
Kur’an’da “evli veya bekar olarak zina edenlere yüz sopa vardır, bunu nesheden bir başka ayet de yoktur. Şu halde muhsan olanların hem yüz sopa yiyeceği hem de recmedileceği hakkındaki hadis (haber-i vahid) bu ayeti neshetmiş oluyor diyenlere karşı Hz. Ömer kaynaklı bir rivayete dayanılarak “Hayır, bu hadis ayeti neshetmiş değildir, çünkü hadis haber-i vahidir (meşhur değildir), onunla bilittifak ayet neshedilemez. Ayeti bir başka ayet neshetmiştir, bu ayet “zina eden yaşlı kadın (şeyha) ile yaşlı erkeği (şeyh) taşlayın” mealindedir, ama bu ayet Kurân’da yoktur, lafzı (tilaveti) neshedilmiş, hükmü kalmıştır” şeklinde cevap verilir”.

Evli olsun bekar olsun zina edenlerin evlerinde hapsedilmesini emreden ayet, yüz sopa ayeti ile neshedilmiş, sonra recim hadisi ile muhsan zaniler tahsis edilmiştir; çünkü haber-i vahid ile nesih değil ama tahsis caizdir” diyenler de olmuştur. (Buraya kadar naklettiğim ifadeler arasındaki çelişkilere, recimin neye dayandığı konusundaki tereddütlere dikkat çekmek isrerim. Ayrıca Hz. Ömer’den nakledilen “şeyh ile şeyha zina ettiklerinde…” söz de metin yönünden tenkit edilmiştir.)

Kitaplarından:

“Zina suçunun İslam Hukukuna göre cezası, usulüne uygun olarak vurulan yüz sopadır. İffete ek olarak aile kurumunu korumak için evli olanların zina suçuna, recm gibi farklı ve daha ağır bir cezanın uygulanması had (sabit, değişmez) ceza değil, tazir (değişebilir, yöneticilere bırakılmış) bir cezadır. İslam tarihi boyunca da nadir olarak uygulanmıştır.”1

“Recim cezası, bilindiği üzere, zina eden evli erkek ve kadının taşlanarak öldürülmesidir. Genellikle fıkıh kitaplarında bu ceza, İslam’ın değişmez cezalarından biri olarak gösterilmiş olmakla beraber farklı ictihadlar da mevcuttur. Kur’an-ı Kerim’de evli bekar ayrımı yapılmadan zina suçunun cezası recim değil, celde (belli usul ve şekilde yüz sopa) olarak ifade edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında bir iki recim uygulaması olmuştur; ancak hüküm ve uygulama şekline bakıldığında bu cezanın had (değişmez ceza) değil, takdiri ve uygulaması yöneticilere bırakılmış “tazir” çeşidinden bir ceza olduğu anlaşılmaktadır.”2

“İslam’ın temel kaynağı Kur’an’a göre zina eden erkek ve kadına yüz mutedil (sakat bırakmayan, vücutta iz yapmayan) sopa vurulur. Kur’an bu cezada evli ile bekarı ayırmıyor. Hadislerde birkaç evli zaniye recim uygulandığı anlatılıyor; ancak bunun devamlı ve gerekli bir ceza olduğuna dair kesin delil yoktur, tazir (suçu önlemek için yönetimin tarihi olarak uygun bulduğu, değişmeye açık) ceza nevinden olduğu anlaşılmaktadır.”3

1 http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00107.htm.
2 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0182.htm.
3 http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0260.htm.

“İslâm’ın bir bütün olarak yaşandığı zeminde evli olan kişi, eşinden memnun değilse ayrılabilir. Memnun olmayan erkek ise ayrılma yanında ikinci bir eşle daha evlenme imkânına sahiptir. Bunun da ötesinde -savaş sonucu alınan kadın esirler cariye statüsüne sokulmuş ise- bunlardan alma imkânına sahiptir. Ayrıca kişileri zinaya sevkeden bütün tahrik vasıtaları yasaklanmıştır. Duvarlarda, sinema ve televizyonda, gazete ve dergilerde… Kişiyi fuhşa çağıran manzaralar yoktur. Kadın örtünmüş, karşı cinsle ilişki zarûret seviyesine indirilmiştir. Bütün bu şartları gerçekleştirdikten sonra aileyi kesin olarak korumak isteyen İslâm, evli şahısların zinasını kesin olarak yasaklamakta ve bu yasağa uyulmasını sağlamak için de en ağır ceza olan recmi koymaktadır. Bekârlık bir tahrik sebebi olduğu için bekârın zinasının cezası daha hafif olmuştur. Recme sebep olan evlinin zinasını önlemek için alınan tedbirlere rağmen birisi bu fiili işlerse cezanın uygulanabilmesi için mahkemede isbat gereklidir. İsbat ve cezanın uygulanması öyle şartlara bağlanmıştır ki bunların gerçekleşmesi hemen hemen imkânsızdır. Tarih boyunca recm cezasının uygulanmasında görülen nedreti (azlığı) bu noktada aramak gerekir. Bu şartlar konurken âdetâ recm ezasının, uygulanmaktan ziyade caydırıcı bir müeyyide olması düşünülmüştür.
“Şimdi suâlinize geliyorum: İslâm’da bir hüküm ictihad ile ortaya konmuş olursa buna bir başka müctehid karşı çıkabilir. Recm cezası ve bu cezanın ölümle sonuçlanacağı hükmü ictihada değil nassa dayanmaktadır. Aşağıda bir kısmını vereceğimiz hadîsler sağlam ve kesin hüküm ifade eden hadîslerdir. İctihad yoluyla bunlara karşı çıkmak mümkün değildir.”

“(…) Hadîs âlimleri bu konu ile ilgili rivâyetlerin tevatür derecesine yaklaştığında, sağlam ve açık olduğunda birleşmişlerdir. Bu hadîslerin sened bakımından sahih olmadıkları iddiâ edilemeyeceği gibi te’vil edilmeleri de mümkün değildir; çünkü ifadeleri açık ve seçiktir, bir kısmı uygulama ile ilgili bulunmaktadır; yani Hz. Peygamber (sav) bu suçu işleyen bazı şahısların recmedilmesini emretmiş ve bu emir yerine getirilmiştir…”1

“Yahûdî bir erkek, yine yahûdî bir kadınla zina ederken yakalanmış ve Hz. Peygamber’e getirilmişlerdi. Peygamberimiz suçlulara, kendi dinlerine göre cezalarının ne olduğunu sormuş, onların yalan söylemeleri üzerine Abdullah b. Selâm’ın yardımı ile Tevrat’ta mevcut recm hükmünü bulmuş ve suçlulara uygulamıştı. Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile İslâm’a da intikal etmiş ve bu suçu işleyen evli şahıs lara -az da olsa- uygulanmıştır.”2

(Yukarıdaki “Aynı hüküm, sünnete dayalı icmâ ile İslâm’a da intikal etmiş…” cümlesinin, recm cezasının İslam’a Yahudilikten geçtiğini ihsas eder tarzda kurulduğu dikkat çekiyor. Oysa bu tarz bir “intikal” anlayışı, ilahî kaynaklı teşri gerçeğiyle taban tabana zıtlık teşkil eder. Yani recm cezası İslam’a Yahudilikten intikal etmemiş, Efendimiz (s.a.v) tarafından vahye dayalı olarak teşri kılınmıştır.)

“Zinâ, gözüyle gören dört erkek şâhidin şâhidliği veya dört ayrı zamanda, hakim huzurunda yapılan dört ikrar ve itiraf ile sabit olursa nikâhlı olmayanlar için yüz celdeyi, nikâhlı olanlar için recmi gerektirir.”3

1 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler/0696.htm.
2 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/tarih/0082.htm.
3 http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/gelismeler/0167.htm.

Sakal ve sünnet

Soru: “Sakalın hükmü nedir? Bazı kitaplarda bırakmanın sünnet olduğu geçiyor, bazılarında da kazımanın haram olduğu bildiriliyor. Eğer sünnetse terki nasıl haram oluyor, kesmek haramsa bırakmak farz olmaz mı?”

İlgili kaynaklarda sakalı kazımanın hükmü “Haram, mekruh ve mubah” diye üç şekilde verilmiştir; yani bu konuda farklı yorumlar vardır (Helaller Haramlar isimli kitabıma bakın.)

O bir peygamberdir, güzel kişilik, ahlâk ve hayat örneğidir, ama aynı zamanda bir beşerdir, bütün insanların yaratıldığı asıldan, özden yaratılmıştır, bütün insanlar için ortak olan nitelikleri vardır; acıkır, susar, bazı yiyecek ve içecekleri sever, bazılarını sevmez, hastalanır, tedâvi görür, acı çeker, korkar, sevinir, eşi, çoluk çocuğu olur, vahyin gelmediği konularda ve zamanlarda kendi re’yi (düşünce ve ictihadı) ile hareket eder… O’nun örnekliği beşerî hayatı ve tercihleri ile değil, Allah rızâsına götüren yolu, davranış ve sözleri ile ilgilidir. Bir mümin, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) beşerî olarak sevmediği bir yemeği, rengi, kokuyu, tipi sevse O’nun örnekliğinden ayrılmış olmaz, ama Allah rızâsı ile ilgili bir konuda O’nun yapmadığını yapsa, yaptığını yapmasa örnekliğini terletmiş, yolundan ayrılmış olur. Şu hâlde O’nun örnekliğinden istifâde ederek hedefe ulaşabilmek için müminlerin önünde iki mesele vardır: 1. O’nun örnekliğinin bilgi kaynağı Kur’dan ve Sünnet (yaptıkları ve söyledikleri) olduğuna göre bu kaynakları defalarca okuyarak bilgi edinmek. 2. Örnek olan davranışlarını böyle olmayanlardan ayırmak ve örnek olanlarını kendine rehber, hayat yolu ve tarzı edinmek. Diyelim ki, seçmede hatâ ettik, bazen örnek olanı olmayanla karıştırdık, niyetimiz iyi, anlamak ve bilmek için tuttuğumuz yol da sağlam oldukça bu yanılgı (ictihad hatâsı) bizi yolumuzdan alıkoymayacak, O’nun örnekliğinden mahrûm kılmayacaktır. Diyelim ki, bir mümin “O’nun şu şekilde sakalı vardı ve dişlerini misvak denilen bir ağacın çubuk parçası ile temizlerdi, bu iki davranışı da bağlayıcı ve örnek idi, ben de bunları aynen uygulayacağım” dedi, böyle bildi, bu şekilde değerlendirdi ve yaptı; bu davranışı dînin özüne, maksatlarına zarar vermedikçe varsın olsun, o bundan umduğu sonucu alabilir. Bir başka mümin de “Sakal bir kültür, bir beşerî âdet idi, misvak de o gün diş temizliği için bulunan ve bilinen en uygun araç idi, bunlar örneklik alanına giren davranışlar değildi, bugün hem sakal âdeti hem de diş temizleme araçları değişti, ben günümüzde en maksada en uygun olanı kullanırım” dedi ve böyle de yaptı, bu mümin de manevî amacına ulaşabilir, O’nun örnekliğini terketmiş olmaz. Geçmişte, büyük âlimlerin ve ahlâk önderlerinin yapıp ettiklerini, sözlerini ve yorumlarını gözden geçirenler, yukarıda yazılanları tasdik husûsunda tereddüde düşmezler.

İfsad Yaptığı Diğer Konular

Recm Meselesi
El Kesme Meselesi
Zuhr-i Ahir Meselesi

Ehli Kitabın Necatı Konusundaki Görüşleri

Enflasyon Oranı Ve Faiz
Vade Farkı
Banka Kredisi
Teşvik Kredisi
Sigorta
Haremlik Selamlık Olmadığı Gibi Beraberliği Destekliyor
Müctehid -Mezheb Meselesindeki Tutumu
Kadınlar Yalnız Yolculuğa Çıkabilecekleri Görüşü